ÖNSÖZ
Bu kitap, Malta’ da tutuklu bulunduğum sıralarda yazılmış, ülkeme döndükten sonra elimdeki belgelere göre tamamlanmıştır.
Türkiye’ deki beş yıllık çalışmam, savaş yıllarına rastlamıştır. Bu süre içinde yalnız Dünya Savaşı’ ndaki düşmanlarımızla değil, Alman Askeri Kurulunun etkisini azaltmak için çalışanlarla da sürekli mücadele etmek şeklinde olmuştur.
Bu nedenle, bu zor zamanlarda özveri ve bağlılık göstererek yanımdan ayrılmayan Alman ve Türk arkadaşlarıma burada şükranlarımı sunarım.
Kasım 1919
Liman Von Sanders
I
TÜRKİYE’ YE NASIL GELDİM
15 Haziran 1915’de – Görkemli imparatorun tahta çıktığı gün – Askerî Kurul’dan gelen bir yazıyla Türkiye’ ye gönderilecek Askeri Kurulun başkanlığını kabul edip etmeyeceğim soruluyordu.
O tarihte ben, en kıdemli bir tümen komutanı olarak, Alman Ordusunun Kassel’ deki 22. Tümeninin Komutanlığını yapıyordum. O zamana kadar Prusya Ordusunda çeşitli hizmetlerde bulunmuş, uzun süre Genelkurmay’ da görev yapmış ve birçok ülkeye geziye gitmiştim; ama ne Türkiye’ yi görmüş, ne de oradaki olaylarla ilgili incelemelerde bulunmuştum. Bu nedenle, böyle bir öneriyle karşılaşacağım aklımın köşesinden geçmiyordu.
Askerî Kurulun yazısına, İstanbul’ daki Alman Büyükelçisi Baron Wangenheim’ in telgrafı da eklenmişti ki, bunda söz konusu yeni görevin amaç ve sınırları şöyle belirtiliyordu:
“Alman politikasının, Asya Türkiye’ sinin güçlendirilmesi ve ilerlemesi konusunda içten ve dürüst olarak yürütüldüğüne inandığı için, Sadrazam, Haşmetli İmparatordan Türk Ordusunun yetiştirilmesiyle ilgilenecek bir Alman generalin gönderilmesi ricasında bulunmamı istemektedir.
Ayrıntılar daha kararlaştırılmış değildir.
Bu makama getirilecek generalin bütün askerî konularda çok geniş yetkiyle donatılması düşünülmektedir. General, bütün öteki Alman reformcuların başında bulunacak ve söz konusu reformların Türk Ordusunda amacına uygun biçimde gerçekleştirilmesinden sorumlu olacaktır. Ayrıca, ilerideki savaşlarda yapılacak seferberlikler ve harekâtlar için de bu generalin önerileri temel alınacaktır.
Böyle bir makam için, Genelkurmay işlerinde deneyimli, güçlü bir asker söz konusu olabilir. Son savaşta komutanlarla kurmay subayların görevlerini birçok yerde başaramadığı gözönünde tutulunca, generalin asıl görevi, kurmay subayların iyi bir şekilde yetiştirilmesi olacaktır. Bu nedenle, seçilecek generalin uzun süre Kolordu Kurmay Başkanı olarak çalışmış bulunması ve kolordunun kurmay subay eylemlerini başarıyla yönetmiş olması gerekir. Ayrıca, emrindekilere dilediğini yaptırabilecek bir kişilikte olması da gereklidir. Türkçe bilmesi ve Türkiye hakkında bilgi sahibi olması gerekmemektedir.
Kanımca, bir Alman generalin bu işin başına getirilmesi, Türk yenilgisinin sorumluluğunu Alman reform makamlarına yıkmak isteyenleri ve bu makama İngiliz reformcuların getirilmesi yolundaki çabaları da durdurabilir*)
Öneriyi geri çevirdiğimiz zaman, Babıâli’ nin gerek duyduğu reformcuları başka devletlerden sağlaması tehlikesi vardır.
(*) Balkan Savaşı’ ndaki yenilgi, birtakım çevrelerde ordudaki reform hareketlerine, özellikle Almanlaştırma çabalarına bağlanmış ve bu yolda güçlü bir propaganda ortaya çıkmıştı. Propagandaların temelini, Alman uzmanların yerini İngilizler alırsa işlerin düzeleceği görüşü oluşturuyordu (Çevirenin notu).
Bu önerilerin gizli tutulması rica olunur.”
Önerilen görev, onurlu ve geniş bir çalışma gerektirdiği için, zaman geçirmeden kabul ettiğimi Wangenheim’ e bildirdim. Türk hükümetiyle aylarca süren görüşmelerden sonra, Askerî Kurul Sözleşmesi İstanbul’ da hazırlanarak en yüksek Alman makamlarının incelenmesine sunuldu. 1913 yılı Kasım ayında son biçimini aldı ve imparator tarafından bana bu sözleşmeyi imzalama yetkisi verildi.
Askerî Kurulun görevi, kesin olarak askerî olacaktı. Bu konu sözleşme metninde açıkça belirtilmişti. Pek çok çevrede ve gazetelerde ileri sürülen, Askerî Kurulun politikayla da uğraşacağı yolundaki haberler gerçek dışıdır. Kurulun dışarıya karşı böyle görünmesinin nedeni başkaydı. Askerî Kurulun gönderilmesi, daha çok, Almanya’ nın çok önceden başlamış olan Türk politikasını destekleme kararına dayanıyordu. Bu nedenle de her yanı saracak bir ateş manzarası gösteriyordu. Gerçekte, görevi yalnızca Türk Ordusunda yapılacak yenilik çalışmaları olan Askerî Kurulun politikayla bir ilgisi yoktu.
Askerî Kurulun subay sayısı, anlaşmaya göre 42 olarak sınırlandırılmıştı ve bunların çoğunluğunu yüzbaşı ve binbaşı rütbesinde olanlar oluşturuyordu.
Kasım ayının sonuna doğru İmparator tarafından kabul edildim. İmparator, konuşmasında, aşağı-yukarı, bana şunları söyledi:
“İş başında genç Türklerin ya da yaşlı Türklerin bulunması sizi ilgilendirmemelidir. Siz yalnız Türk Ordusu ile ilgileneceksiniz. Türk subayları arasından politikayı çıkarıp atın. Politikayla ilgilenmek onların en büyük hataları olmuştur.
Siz İstanbul’ da İngiliz Deniz Heyetinin başında bulunan Amiral Limpus’ la karşılaşacaksınız. Onunla iyi geçinin. O, donanma için çalışıyor, siz ordu için çalışacaksınız. Her birinizin ayrı bir çalışma alanı olacaktır.”
İmparator, Türk veliahtına selâmlarını iletmemi rica etti ve askerî tatbikat yaparken onu da davet etmem önerisinde bulundu*)
Bu iş, doğal olarak, veliahtın orduya ve dolayısıyla halka karşı bir ilgi duymasına bağlıydı. İleride çok talihsiz bir sonuca sürüklenen Vahdettin’ in belirli görüş ve düşünceleri olmadığı o zaman bilinmiyordu.
9 Aralıkta, hareketimizden az önce, İmparator beni ve ilk gidecek subayları Postdam’ daki yeni sarayında kabul etti. Kısa bir konuşma yaptı. Alman subayların yabancı ülkelerde onur ve saygınlıklarını yüksek tutmalarını istedi, yalnız askerî görevlerle ilgilenmelerini bildirdi.
14 Aralık sabahı İstanbul’ a vardık. Sirkeci Garında askerî bando ile İtfaiye Alayının bir tören bölüğü bizi karşıladı. Bu alay, sonraları Çanakkale savaşlarında seçkin bir birlik olarak kendini gösterecektir.
Bizi karşılayanlar arasında birçok yüksek rütbeli Türk subayı ve özellikle çok değerli Harbiye Nâzırı Ahmet İzzet Paşa ve eskiden beri İstanbul’ da bulunan Alman subayları vardı.
Ahmet İzzet Paşa’ yı çok eskiden tanırdım. Almanya’ da Kastel’ de Hüsar Alayında stajını yaparken tanışmıştık. Bu stajını bitirip kurmaylık stajına başladığı zaman, kurmay subay olarak görev yaptığım alaya düşmüştü. Hepimizde şaşkınlık uyandıran tek nokta, bizi karşılayanlar arasında Alman Sefaretinden hiç kimsenin bulunmamasıydı. Kısa sürede öğreneçektik ki, (*) O yıllarda veliaht, Vahdettin’ di. İstanbul’ a gelişimiz sefirin kişisel çabalarıyla gerçekleştiği hâlde, sefaret daha o andan başlayarak Askerî Kuruldan uzak durmaya çalışmıştı.
Sefaret -ilişkiyi çok açık olarak gösterecek olursa- Askerî Kurulun yabancı ülkelerde yarattığı büyük heyecanın, İstanbul’ daki işleri zorlaştıracağına inanıyordu. Bu nedenle, bu yeni Alman kuruluşuna karşı çekingen davranmayı daha doğru buluyordu.
Biz 14 Aralıkta -o zamanki Türk takvimine göre 1 Aralık- göreve başlamak zorunda olduğumuzdan, Ahmet İzzet Paşa’ yla birlikte Harbiye Nezaretine gittik. O günkü işimiz, Harbiye Nezaretinin kabul salonunda sessizlik içinde Türk kahvesi içmek oldu.
Ertesi gün Sultanın (Sultan Mehmet Reşat) huzuruna kabul buyuruldum. Sultanın yalnız Türkçe konuştuğu ve benimse bu dilden tek sözcük anlamadığım için Ahmet İzzet Paşa’ nın çevirmenlik yapması gerekiyordu. O gün ancak dostça, birkaç cümleyle Sultan’nın övgü ve takdirlerini aldım. Sonraları ise, bu Osmanlı padişahını her bakımdan iyi ve yardımsever bir koruyucu olarak buldum. Tahta çıkmazdan önce tam otuz yıl sarayında ve bahçesinde bir çeşit mahpus hayatı sürmüş olan bu yaşlı adamın, kişisel kararıyla hareket edebilen ve bu kadar bilgili bir insan olduğunu çok az yabancı tahmin edebilir.
Türklerin en büyük makamında bulunan Sadrazam Prens Sait Halim Paşa, hem Asyalı bir soylunun yiğitliğini, hem de modern bir diplomatın niteliklerini kendisinde toplamış bir insandı. Öteki nazırlar gibi çok iyi Fransızca konuşuyordu. Çok sevimli bir kişiliği vardı. İttihatçıların aşırı davranışlarına çok zaman engel olan bu kısa boylu, çok hareketli insan, 1917 yılının Şubat ayına kadar yerinde kalmasını bildi.
1919 yılı ilkbaharında, düşünce olarak ılımlı ve kanunsuz bir iş yapmaktan çekinen bu saygın Türk paşasının İttihatçılarla birlikte tutuklanması anlaşılır gibi değil.(*) Bu paşa, Dünya Savaşı sırasında Türkiye’ de bulunan dost olmayan yabancı devletlerin yurttaşlarını tam anlamıyla korumuştur.
Öteki nazırlar arasında Dahiliye Nazırı Talât, her bakımdan önde gelen insanlardan biriydi. Kendisiyle görüşenler üzerinde sevimli ve unutulmaz etki bırakan bir kişiliği vardı.
Enver, albaydı ve bir kolordunun kurmay başkanlığını yapıyordu. O sırada adını unuttuğum bir hastalıktan tedavi görüyordu.
Sonraları Türkiye’ yi yönetenler arasında üçüncü sıraya geçen Cemal Paşa’ yı ise, İstanbul’ a varışımın ilk haftasında 1. Kolordu Komutanlığını kendisinden aldığım zaman tanıdım. Dış görünüşüyle bir Garibaldi havası taşıyan bu paşanın, kuşkusuz büyük bir zekâsı vardı. Bende, amacını ve düşüncesini başkalarına açıklamaktan çekinen bir insan izlenimi uyandırdı. Onun için ben de kendisinden her zaman uzak durdum.
1. Kolordu Komutanlığının devir teslim işi Askeri Kurul Sözleşmesine uygun şekilde yapıldı. Bu sorun, Ekim ayında Almanya’ da söz konusu olduğu zaman, günün savaş koşullarına uygun olarak Türk subaylarıyla birlikte, onların başkentlerinde böyle bir kurulun oluşturulmasını yararlı bulmuştum. Böyle bir kumandanlığı üzerime almamın politik çekişmelere yol açacağını aklıma bile getirmemiştim.
(*) Mondros Mütareke’ sini imzalayan Ahmet İzzet Paşa kabinesinin bir kısım üyeleri ve Osmanlı Mebusan Meclisinin büyük çoğunluğu İttihatçıydı. Ahmet İzzet Paşa kabinesi 8 Kasım 1918 tarihinde istifa etti ve yerine Tevfik Paşa kabinesi kuruldu. Sultan Vahdettin 21 Aralık 1918 günü Meclisi feshetti ve ileri gelen İttihatçıların tutuklanmasına başlandı. Sait Halim Paşa’ da bu arada tutuklandı. Yazar, bu tutuklama olayı ile İngilizlerce Sait Halim Paşa’ nın Malta’ya sürülmesini amaçlıyor (çevirenin notu).
Bu birliğin kumandasını üzerime almamın sonucu şu oldu ki, sözleşmede yazılı subay sayısından fazla tek subay, hatta tek er bile Türkiye’ ye gelmedi. Benden önce Türkiye’ ye gelen Alman reformcuların raporlarını okumuştum. Bunlar, Türk ordusuna yeteri kadar karşılamadığından yakınırlar. Aynca öteki kaynaklarda da Türk ordusunda uygulamadan çok kurama önem verildiğini okumuştum. Kararımı verirken Alman ilkelerine dayanıyor ve kişisel etkimle birliklerin yetiştirilmesini en kısa yoldan gerçekleştireceğime inanıyordum.
Sözleşme son şeklini aldıktan ve Türkler tarafından da kabul edildikten sonra Alman Hariciye Nazırı von Jagow, birkaç kere dikkatimi çekmiş ve İstanbul’ da bir kolordu kumandanlığını kabul etmenin Ruslar tarafından itirazla karşılanmasının söz konusu olduğunu söylemişti. Von Jagow’ un düşüncesine göre, Askerî Kurulun başkanlığı ile birlikte Edirne’ de bulunan 2. Kolordu Kumandanlığını da üzerime almam daha doğru olacaktı.
Fakat şimdi böyle bir değişiklik yapmak mümkün değildi. Çünkü Askerî Kurulun merkezi İstanbul’ da idi ve ben burada bulunmak zorundaydım. Edirne ise, İstanbul’ dan trenle 12 saatlik bir uzaklıkta bulunuyordu. Buradaki kolordu kumandanlığını üzerime almam yararlı bir görev olmazdı. Gerçekte, sözleşmede, Rus baskısı sonucu bir değişiklik yapılmasından da yana değildim.
Bugün bile düşündüğüm zaman İstanbul’ daki bu kolordu kumandanlığını üzerime almadan ıslahat hareketlerinin olamayacağı düşüncesini korumaktayım. Bununla birlikte, bu kumanda makamında ancak birkaç hafta kalmak kaçınılmazmış.
Rus Sefiri Giers, İngiliz ve Fransız sefirlerinin de olurunu alarak Sadrazama sert bir girişimde bulundu. Rus sefiri, İstanbul’ un en önemli bir kumanda makamına bir Alman generalin atanmasının doğru olmayacağını bildirdi. Sadrazam Sait Halim Paşa, bu işin Osmanlı Devleti’ nin iç işi olduğunu ve kumanda makamına istediği kimseyi atayabileceğini bildirdi.
Bu karşılık üzerine bile Rus girişimleri durmadı. Prens Lichnowsk’ nin 1913 yılı Aralık ayında Petersburg’ da İngiliz Hariciye Nazırı Sir Edward Grey’ le yaptığı bir görüşme sonunda, olayın yarattığı büyük heyecan, Petersburg’tan Londra’ya sıçradı.
Baron Wangenheim, bu arada izinli olarak Almanya’ ya gitmişti. Yerine Sefaret Müsteşarı von Mutius bakıyordu. Noel ile yeni yıl arasındaki günlerde müsteşar, Hariciye Nazırı von Jagow’ dan aldığı emir üzerine, bana ya 1. Kolordu Kumandanlığından vazgeçmemi ya da Edirne’ deki 2. Kolordu Kumandanlığını kabul etmemi bildirdi.
Bu önerinin birincisini istemiyordum, ikincisini ise yapamazdım. Bu nedenle, von Mutius’ a şu karşılığı verdim: “Eğer siyasal nedenlerden dolayı bu işte boyun eğmek gerekiyorsa, en uygun çözüm yolu benim Almanya’ ya geri çağrılmamdır.”
Yabancı ülkelerin bu isteklerine karşı koyma çözümünü yine İmparator buldu. 14 Ocak 1914′ te beni bir üst rütbeye terfi ettirerek süvari generali yaptı (orgeneral). Sözleşmeye göre, Türkler de rütbemin bir derece daha yukarısını vermek zorunda olduklarından, rütbemi ‘mareşal’ liğe yükseltiler ve bu nedenle de kendiliğinden kolordu kumandanlığından ayrılıp, ordu müfettişi oldum. Her ne kadar, bu yeni görev, bence bir anlam taşımıyordu ise de; çünkü sözleşme gereğince Askerî Kurul Başkanı olarak, gerçekte her birlik ve askerî makamı denetleme yetkim vardı.
Birkaç haftalık kolordu kumandanlığım sırasında birliklerin iç işlerine bir dereceye kadar girebilmiş ve durumun hiç de iç açıcı olmadığını görmüştüm. Bütün subaylarda ruhsal bir bezginlik göze çarpıyordu.
1914′ ün Ocak ayı içinde bir gün, Ahmet İzzet Paşa, Askerî Kurulun da bir bölümünde çalıştığı Harbiye Nezaretine gelmedi ve hasta olduğu haberini aldım. Ertesi sabah Ahmet İzzet Paşa’ yı konağında ziyaret ettim ve kendisinin istifaya zorlandığını öğrendim.
Bu akıllı ve her alanda bilgili insanla birlikte çalışma olanağını yitirdiğimden dolayı çok üzüldüm.
Ertesi gün, akşam üzeri Harbiye Nazırlığına atanan Enver, Nezaretindeki odamda beni ziyarete geldi. Ben o zamana kadar Enver’ i bir kere, o da Almanya’ da bir manevra sırasında görmüştüm.
Üzerinde paşa (general) üniforması bulunan Enver, bana Harbiye Nazırlığına atandığını bildirdi.
Padişahın bile meğer bu atamadan haberi yokmuş…
Sabah odasında gazete okurken Enver’ in Harbiye Nezaretine atandığını bildiren haberi görmüş ve gazete elinden yere düşmüş. Orada bulunan yaverlerinden birine, “Bu gazete Enver’ in Harbiye Nazırı olduğunu yazıyor. Bu nasıl olur, Enver henüz çok genç değil mi?” diye hayretini dile getirmiş. Bu haberi, olayın biricik tanığı olan yaverden duyduk. Generalliğe yükselen Harbiye Nazırı Enver de, birkaç saat sonra padişahı ziyarete gelmiş.
Enver, bu yeni ve yüksek makama büyük bir hızla yerleşti. Ordudaki sınıf arkadaşları, Enver’ in kendilerini tanımak istemediğinden ve yanına yaklaşılamadığından yakınmaya başladılar. Hele 1914 ilkbaharında Saraydan bir prensesle evlenince, kendisine prens havası vermeye başladı.
Enver’ in nasıl olup da bu makamlara yükselebildiğini düşündüğümüz zaman, padişahın İttihat ve Terakki Komitesi karşısında ne kadar güçsüz durumda bulunduğunu anlamış oluruz.
Benim için komite, her zaman, bir giz perdesine bürünmüş gibi göründü. Bu komitenin kaç üyeden oluştuğunu, bilinen birkaç ‘baş’ tan başka içinde daha kimlerin bulunduğunu öğrenmek mümkün olmamıştır. Zamanla öğrendim ki, komiteye giren bir subay aleyhinde herhangi bir konuda harekete geçmek, tam olarak sonuçsuz kalmaya mahkûm bir iştir.
Enver’ in yüksek makama geçtikten sonra yaptığı ilk iş, politika alanında kendisine rakip gördüğü Türk subaylarını ordudan ayırmak oldu. Ocak 1914′ te Enver, 1100 subayı birden emekliye ayırdı.
Sözleşme, Askerî Kurul Başkanına, yüksek komuta makamına getirilecekler konusunda görüş bildirme hakkını veriyordu. Bunu yapabilmek için, bu makamdakileri şahsen tanımam gerekiyordu. Fakat hiç olmazsa bu atamalar konusunda bana önceden bilgi verilmesi gerekirdi. Bu nedenle Enver’ e, subayları kitle olarak emekliye ayırmasının gerekçesini sordum. Bana verdiği karşılıkta, bunların Balkan Savaşı sırasında görevlerini yapamadıklarını, yeteneksiz ve yaşlı kimseler olduklarını bildirdi. Bu, kendi görüşüne göre söylenmiş bir sözdü ve gerçeklere de pek uygun düşmüyordu.
Sonradan öğrendik ki, birçok subay da tutuklanarak Harbiye Nezaretinin bodrumlarına tıkılmıştı.
Bunlar, dışarıda ; kalırlarsa kendi uygulamalarına karşı harekete geçeceklerinden kuşku duyduğu subaylardı.
Askerî Kurula bu gibi konularda hiçbir bilgi verilmiyordu. Ayrıca üzüntü uyandıran bir nokta da, bu sırada ülkede askerî ve siyasî bir bunalımın baş göstermiş olmasıydı.
Olayları yalnız dıştan gören ve içeride olanlardan haberi olmayan bazı çevrelerin bu işlere Alman Askerî Kurulunun da karışmış bulunduğunu sanması yadırganamaz.
Vilâyetlerde de bazı subaylar tutuklanmıştı. Bu sırada, Anadolu’ daki bir şehir hapishanesinden bir mektup aldım. Kendisini tanımadığım Arap asıllı bir Kurmay Yarbay olan bu tutuklu, güvendiği bir arkadaşı aracılığıyla mektubunu bana ulaştırabilmişti. Yazdığına göre, bir sabah bürosunda otururken, Enver tarafından verilen bir emirle, gerekçe gösterilmeksizin tutuklanmış ve hapishaneye gönderilmişti. Benden yardım rica ediyor, durumuyla ilgilenmezsem bir gün ortadan kaybolacağından korkuyordu.
Mektubu elimle Enver’ e verdim, bu konuda bilgi rica ettim. Enver, bu işten haberi yokmuş gibi davranıyordu. Olayı araştıracağını söyledi. Bana gönderilen mektubun bir eşini de Alman sefiri almıştı. Sefir, bu olayda benim izlediğim yolu öğrenince hayretler içinde kaldı. Ama bu olayla, hiç değilse, subayın sorgusunun yapıldığı ve duruşmanın normal mahkemede görüleceği bana bildirildi.
Enver, bir süre sonra, Türk Ordusunda o zamana kadar var olan Yüksek Askerî Şurayı ortadan kaldırdı. Alman Askerî Kurul sözleşmesinde benim de Şuranın üyesi olduğum açıkça yazılıydı. Bu en yüksek askerî kurumun kaldırılması konusunda ne bana ve ne de öteki üyelere bilgi vermeye, bildirimde bulunmaya gerek görülmedi. Bunları raslantı olarak öğreniyorduk.
Bir süre sonra Enver’ le aramızda çatışmalar başladı. Çünkü benim askerî görevim ve yetkilerim konusunda değişik görüşlerimiz vardı. O günlerde ortaya çıkan bir sorunu, bu konuda bir örnek olarak anlatacağım:
Çorlu’ da bulunan 8. Tümeni denetledim. Tümenin durumu yürekler acısıydı. Subaylar 6-8 aydan beri maaş alamamışlardı ve aileleriyle birlikte erlerin karavanasından karınlarını doyurmak zorunda kalıyorlardı. Erler, günlerden, aylardan hatta yıllardan beri maaş yüzü görmemişlerdi. Çok kötü besleniyorlardı ve üstlerinde yırtık giysiler vardı. Çorlu istasyonuna beni karşılamak için çıkarılan bölüğün bir kısım erlerinin pabuçları yırtıktı; bir kısmı da çıplak ayakla göreve çıkmıştı. Tümen kumandanı, erlerin zayıf ve güçsüz olduğundan, çıplak ayakla yürümenin zorluğundan, arazide tatbikata çıkamadıklarından yakındı. Bunun üzerine Enver, Tümen Kumandanı Ali Rıza’yı emekliye ayırdı. Bunu haber alır almaz Enver’ in karşısına çıktım ve Türkiye’ de bana gerçeği söyleyen subaylar görevlerinden alınacaklarsa, benim Türkiye’ de çalışmama gerek kalmayacağını söyledim.
Enver, birkaç kere ileri geri konuştuktan sonra, emekliye ayırdığı Albay Ali Rıza’ yı eski görevine getirdi. Dünya Savaşı sırasında görevini başarıyla yapan Albay Ali Rıza, 1918′ de paşa (general) rütbesiyle bir kolordunun başında bulunuyordu.
Enver, bu olaydan sonra beni yanıltmak için başka yollar buldu. Denetleyeceğim birliklere, levazım dairesine hızla yeni elbiseler gönderiyor, görevim bittikten ve ben oradan ayrıldıktan sonra bunları geri aldırıyordu. Ben her gittiğim yerde aynı elbiseleri gördüğümü anlıyor ve eskiden denetlediğim yerleri aradan çok zaman geçmeden tekrar ziyaret ediyordum. Denetleme yerlerine yalnız yeni elbise gönderilmekle yetinilmiyor, zayıf ve güçsüz askerler de değiştirilerek yerlerine sağlıklı ve güçlü birlikler gönderiliyordu. Hastalar, zayıflar, güçsüzler benden saklanıyordu. Böylece ‘Alman Paşa’sının, yakınacağı çirkin görüntülerle karşılaşması önleniyordu…
O zamanlar Türk birliklerinde, iç hizmetlerin pek çoğu yerine getirilmiyordu. Subaylar, erlerine özen göstermeye, durumlarını denetlemeye alışık değillerdi.
Birçok birlikte erlerin üstü bit, pire gibi haşaratlarla doluydu. Kışlaların hemen hiçbirinde hamam yoktu. Koğuşların havalandırılması gerektiği bilinmiyordu. Mutfak düzeni, düşünülemeyecek kadar ilkeldi. Mutfak işletmesi temiz ve düzenli değildi.
Ben Almanya’ ya örnek bir mutfak takımı ısmarlayacağım sırada, Askeri Kurul üyelerinden 3. Tümen Kumandanı Yarbay Nicolia, Selimiye Kışlasında çok güzel ambalajlar içinde saklanan bir mutfak takımını raslantı sonucu buldu. Alman İmparatoru bu takımları beş yıl önce armağan olarak Türk Ordusuna göndermiş, fakat Harbiye Nezareti bunların ambalajlarının bile sökülmesini emretmeden kışlaya göndermiş, mutfak beş yıl öylece beklemişti.
Atlı birliklerde hayvanların durumu çok kötüydü. Bunların çoğu Balkan Savaşında uyuz hastalığına yakalanmış ve bu tarihe kadar tedavi görmemişlerdi. Nal bakımı yoktu. Eyer, başlık ve koşum takımları da bakımsızdı. Ahırlar tam anlamıyla ihmal edilmiş bir durumdaydı. Eşya dolapları ise bomboştu.
İstanbul’ da ziyaretçilerin dıştan görünen yerlerinin güzelliği ve yapılarının büyüklüğü dolayısıyla hayran kaldıkları askerî binaların içleri ise, yürekler acısı bir durumdaydı. Eşya dolapları ise bomboştu.
Enver’ in en büyük meziyeti, kendi ordusu için yapılan uyarıların doğruluğuna inandıktan sonra, elinden gelen bütün çabayı harcayıp Harbiye Nazırı olarak yetkilerini kullanarak Dünya Savaşı sırasında bunları düzeltmeye çalışması olmuştur.
Biz ilk zamanlar değişiklikler yapmak istediğimiz ya da düzeltmeye kalktığımız zaman, kumandanlar sürekli bu işler için bütçede para olmadığından söz ederlerdi. Bu, işleri yokuşa sürmek için en kolay yoldu. Gerçekte ise bulunmayan para değil, düzen, temizlik ve çalışma isteğiydi.
Türk, Alman subayı tarafından işe zorlanmaktan hoşlanmıyor ve verdiği cevaplarla alıştığı biçimde yaşayışını sürdürmeye çalışıyordu. Birçok Türk subayının kanısı ise, büyük rütbeli insanların bizim yaptığımız bu çeşit küçük işlerle uğraşmasının yakışıksız olduğu noktasındaydı.
Fakat biz çalışmamızı sağlam bir temele oturtmak için bu yolda direnmek zorundaydık. Bir süre sonra yavaş yavaş Türk subaylarının gittikçe büyüyen bir kitlesinin bize yardımcı olmaya başladıklarını gördük.
Tüm Türkiye’ nin kilit noktalarında kurmay yetiştiren Akademi de bunun içinde o zamanlar sağlam olmayan kurallar egemendi ve arazi tatbikatı ihmal olunurdu. Pratik talim terbiye ve dolayısıyla hemen karar verme konusunda, gerek kurmay subaylar, gerekse yüksek rütbeli öteki kıta subayları başarısızdı. Bu nedenle, bütün yetiştirme kurallarının baştan aşağıya değiştirilmesi gerekiyordu.
Türk askerî hastahanelerinin çoğunun durumu korkunçtu. Pislik ve akla gelebilecek bütün kötü kokular, tıklım tıklım dolu hastahane koğuşlarını dayanılmaz duruma sokuyordu. İç ve dış hastalıklardan yatanlar, yanyana ve hatta aynı yatakta yatırılıyordu. Yatak sayısı az olduğundan, hastalar daha çok koridorlarda sık sık sıralar şeklinde ve kısmen minderler, kısmen de beylikler üzerine yatırılıyordu.
Güçsüz kalan bu erlerden pek çoğu, hiçbir yardım görmeden ölüyordu. Bu çeşit hastahaneleri ziyaretim sırasında, bu durumdan hoşlanmadığımı bildirdiğim, hatta bunlara yol açan doktorları Harbiye Nezaretine şikâyet ettiğim için, titizliğim her tarafta duyuldu. Beni başka yollardan şaşırtmaya kalkıştılar. Hastahaneleri ziyaretim sırasında pek çok yeri kapalı bulmaya başladım; bunları bana gezdiren doktorlarda da bu kapalı yerlerin anahtarları yoktu. Fakat ben kuşkuya düşüp kapalı yerlerin kesinlikle açılmasını ve içeride ne olduğunun gösterilmesini isteyince, gördüm ki birçok ağır hasta ve özellikle hayatlarından umut kesilenler bu kapalı ve karanlık yerlere konularak ölmeye bırakılmışlardı.
Türkiye’ de askerî doktorların yetiştirilmesi, bizim bildiğimizden ve anladığımızdan çok başkaydı. Doktorların büyük bir kısmı, yalnız sabahları hastalarını yoklar ve onlara bir sürü ilaç yazarlardı. Bu ziyaretim sırasında 300 hastanın ateşini ölçmek için bir tek termometre var ise, bunu sevinçle karşılamak gerekirdi. Sıhhiye erlerinden çok azı termometre kullanmasını biliyordu. Çünkü pek azının okuma yazması vardı. Yalnız hasta subayların ateşi ölçülürdü. Erler için buna gerek görülmezdi. Kişileri dikkate almadan, işin gereğine göre hizmet etmek, görevi görev olarak yapmak, bu hastahane personelinin yabancı olduğu bir durumdu. Onlar her zaman gözaltında iş görmeye alışmışlardı ve buna gereksinimleri vardı.
Askerî Kurul’ da en yüksek rütbeli doktor olan Prof.Dr. Mayer, askerî hastahanelerde kısa zamanda büyük değişiklikler yaptı ve onları iyi bir duruma soktu. Sonraları, Dünya Savaşı sırasında Türk hastahanelerinin görevlerini tam olarak yapmaları, birinci derecede bu doktorun çabalarının sonucudur. Bu arada belirtmeliyim ki, Türk askerî sıhhiyesinin çok bilgili, iyi yetişmiş başkanı Süleyman Numan Paşa’ nın çabaları da az değildir.
Askerî Kurul’ un ordu hizmetlerinin her alanında başardığı işlerin bize pek çok düşman kazandırdığı da bir gerçektir. Ama buna karşılık, modern görüşlü çok kimsenin, bu çalışmalarla ordunun Balkan Savaşındaki durumuna göre çok ileri gittiğini düşündüğü de yadsınamaz bir olaydır.
II
AMİRAL LİMPUS, GENERAL BAUMANN VE İSTANBUL’ DAKİ
KORDİPLOMATİK
Alman Askeri Kurulu İstanbul’ a geldiği zaman, burada uzun süredir çalışmalarda bulunan bir İngiliz Deniz Heyeti vardı. Heyetin başında Amiral Limpus bulunuyordu. Bu heyetin çalışmaları sonradan eleştirilere uğramışsa da, bunların doğruluğu konusunda bir şey söyleyemem. Çünkü Doğu’ da her türlü iftira kolaylıkla yapılır ve bunlar ağızdan ağıza yayılarak çığ gibi büyür.
Alman Askeri Kurulu yalnız kara ordusuyla uğraştığı ve İngiliz Deniz Heyeti’ nin çalışmaları da yalnız donanmayla ilgili olduğu için, her iki kurulun birbiriyle ilişkisi yoktu. Aralarında bir anlaşmazlık da çıkmadı. Savaştan önce İngiliz Deniz Heyeti ve Amiral Limpus’ la ilişkilerimiz dostça oldu. Yalnız kara ordusu ile deniz kuvvetlerinin ortak manevralarına, bazı temel nedenlerden dolayı izin vermedim.
1914 Haziranında Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkiler, silâhlı bir çatışmaya yol açabilecek kadar gerginleşince, Enver’ in başkanlığında bir toplantı yapıldı. Bu toplantıya Alman Askeri Kurulu ile İngiliz Deniz Heyeti birlikte katıldılar. Toplantıya, yabancı devlet yurttaşı olarak Amiral Limpus’ tan başka Türk Jandarma Kuvvetlerine komuta eden Fransız General Baumann da katılıyordu. Sözleşme gereğince, Türk ordusunda çalışacak yabancı subayların alınmasına benim izin vermem gerekirdi. Bu nedenle, gerek General Baumann ve gerekse jandarmada çalışan öteki yabancı subaylar için benden izin alınması gerekiyordu. Jandarma kuvveti, 80 bine varan seçme birliklerden oluşmuştu. Türk Harbiye Nezareti, olası bir çatışmayı önlemek için ustaca bir yol bulmuş ve Alman Askeri Kurulu’ nun gelmesinden birkaç gün önce jandarmayı ordudan ve Harbiye Nezaretinden ayırarak Dahiliye Nezaretine bağlamıştı. Bundan ötürü Baumann ile ilişikilerimiz bu çerçeve içinde oldu. Kendisinden her zaman saygı gördüm ve bu durum sonuna kadar sürdü.
1913 yılı Aralık ayında İstanbul’ a vardığımda, Kordiplomatik Duayeni (*), Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ nun Sefiri Kont Pallaviçini’ ydi. 1918′ de Mütarekeden sonra Suriye’ den İstanbul’ a döndüğüm zaman, Kont Pallavicini yeni ‘Duayen’di. Pallavicini, 12 yıl gibi bir zaman Avusturya Sefirliği görevini sürdürmüş ve Türklerin gerçekten güvenini ve saygısını kazanmıştı. Eski ekol diplomatlardan olan Pallavicini, kendisini yakından tanımayanlara tam anlamıyla “bön” bir insan olarak görünürdü. Her yeni haberi büyük bir şaşkınlık ve derin ilgiyle karşılardı. Oysa, Türkiye’ deki her olaydan önceden haberi olur, ama bunu kimseye sezdirmezdi. Her yerle ilişkileri olduğu için, haberleri öteki diplomatlar gibi yalnız politik ajanlar aracılığıyla almaz, çeşitli kaynaklardan yararlanırdı. Alman İmparatorluğunun sandığı gibi kötümser bir insan da değildi; tersine, olacakları çoğu zaman, önceden doğru olarak sezer ve tahmin ederdi. Ata binmekten çok hoşlanan, İstanbul ve Tarabya’ da pek çok kişi tarafından tanınan ve sevilen, her tanıdığını güler yüzle ve Avusturyalıların geleneği üzerine Lâtince “Servus” diye selâmlıyan bu zeki diplomatın savaş yılları boyunca büyük sıkıntılar çektiğini düşünmek güç değildir.
(*) ‘Kordiplomatik Duayeni’ en kıdemli elçi olarak törenlerde ve öteki toplantılarda bütün kordiplomatları temsil etme yetkisi vardı.
Türkiye’ de kaldığım beş yıl içinde beş Alman sefiri tanıdım. Bunlardan birincisi Baron von Wangenheim’ di. Wangenheim, 1915 yılı sonbaharında istanbul’ da öldü ve Tarabya’ daki sefaret bahçesinde hazırlanan mezara gömüldü. Alman Askeri Kurulunun Türkiye’ ye gönderilmesini hazırlayan ve sağlayan, ayrıca Türk-Alman işbirliğini gerçekleştiren Baron von Wangenheim’ dir. Bunu kişiliği, enerjisi ve üstün çalışmasıyla başarmıştı. Türklerin iç sorunlarına ve özellikle Jöntürklerin, İttihat ve Terakkinin ortaya attığı düşüncelerin yarattığı durumların değerlendirilmesinde, bana göre, biraz fazlaca iyimserdi. 1915 yazındaki hastalığı sırasında Wangenheim’ e Prens Hohenlohe vekâlet etmişti. Bu vekâlet, Kont Volf Metternich bu önemli göreve atanıncaya kadar sürdü. Bu son derece akıllı ve uzak görüşlü diplomat -ki Türkler tarafından biraz çekingen görülmüş olması söz konusudur- İstanbul’ daki Almanlar tarafından örülen entrika ağı karşısında ancak bir yıl tutunabildi. Enver, 1916 sonbaharında, bir kısmı Alman Sefaretinde, öteki kısmı Türk Genelkurmayında bulunan Alman subaylarıyla birlikte Pless’ deki Alman Genel Karargâhına gittiği zaman, Türk hükümetinin hiçbir yetkisini taşımadığı halde, Alman sefirinin değiştirilmesini istemiş ve isteği genel karargâh tarafından yerine getirilmişti.
Kont Metternich’ in yerine gelen sefir von Kühlmann, Türkiye’ yi gençken tanımış ve Türk düşünce tarzını gerçekten iyi bilen ve buna göre davranmayı başaran bir insandı. 1917 yazında aynı Alman entrikacılar ona karşı da harekete geçtiler Eğer Kühlmann, Alman Hariciye Nezaretine atanmış olmasaydı, bu kere amaçlarına ulaşacaklarına hiç kuşku yoktu.
Türkiye’ deki bu Alman entrikacıları aramaya kalkışırsanız, hep aynı kişilerle karşı karşıya gelirsiniz. Bunların adlarını İstanbul’ da herkes bilir, ancak bunlara karşı hiçbir şey yapılamaz. Çünkü bunlar İstanbul’ da otururlar, telefon ve telgrafla Alman görevliler üzerinde baskı kurarlar, sonra da Enver’ in adı ya da imzası arkasına saklanırlar.
Ben burada yabancı ülkelerdeki yüksek dereceli memurlar ve subaylar hakkında Almanya’ ya, bu kişileri kötüleyen, alçaltan gerçek dışı jurnaller yazanların çalışmalarına entrika diyorum. Bu entrikacılar, genellikle kendilerinden üstün kimseleri jurnal ederlerdi.
Eğer Alman hükümeti ile Alman ordusunun başındaki kişiler, bu yüksek dereceli memur ve subayları korumak isteselerdi, kendilerinin o görevlere getirdikleri kimselere tam olarak güvenirler ve entrikacıların jurnallerini önemsemezlerdi. Bu eski Prusya ilkesinin yerinde olduğunu savaşta ve öteki yerlerde görmek ve incelemek olasıdır.
Von Kühlmann’ dan sonra 1917 sonbaharında Kont Bernstorff sefir olarak geldi ve Mütareke’ ye kadar kaldı.
Türkiye gibi kendisiyle ilgili doğru karar verilmesi güç olan bir ülkede bu sık değişimlerin amaca uygun sonuçlar vermeyeceği açıktır.
Savaş, sefaret için özel güçlükler yaratıyordu. Askerî alanda yetkisi olanlar, yani ateşemiliterler ile deniz ateşeleri, raporlarını yazarken kendi özel görüşlerini ortaya koyuyorlardı. Bu kişilerden, derin bir görüşü ve büyük yeteneği olan Albay Leipzig’ den (Çanakkale’ den dönerken uğradığı bir kazada ölmüştür) başkaları, yazdıkları gerçeğe uygun olmayan raporlarla hem Türkiye’ ye, hem de Almanya’ ya kötülük etmişlerdir. Bunların ve Türk Genel Karargâhındaki bazı Alman subayların Almanya’ daki bazı gizli makamlara gönderdikleri raporlar, Türk askerî konusunda Almanya’ da yanlış kanılar uyandırmış ve çok zararlı olmuştur.
Bu efendiler -ki Türk birliklerini ancak Enver’ in kısa süren gezilerinde görebiliyorlardı, Türk ordusunun gerçek iç yapısı, değişimi ve özellikle subayların durumu hakkında karar veremezlerdi. Bu nedenle Dünya savaşı boyunca Alman Genel Karargâhında Türkiye hakkında büyük ümitler beslenmiş ve sonları kötüye gideceği bilinen hareketler, bu karargâhça da doğru bulunmuş ve yapılması istenmiştir.
Alman ordu yönetimi -ki çoğunlukla Türkiye’ deki yedi ayrı yerden ve çok kere birbirini tutmayan askerî raporlar alıyor ve daha bir yığın işlerin yükü altında eziliyordu- Türkiye gibi uzak yerlerle ilgili doğru ve yerinde karar veremezdi.
1917 yılı Ekim ayında, Kreuznach’ daki Alman Genel Karargâhında General Ludendorff, bana bu güçlükleri anlattı.
Almanya, mademki Türkiye’ ye gönderdiği Askerî Kurula ona tanıdığı geniş yetkiyle birçok şeyi yaptırıyordu, şu hâlde askerî raporların verilmesi konusunda da tek yetkili makam olarak Askerî Kurulu görevlendirmesi daha uygun olurdu. Türkiye’ nin her yanına dağılmış bulunan, ordunun içinde ve onunla işbirliği yaparak çalışan Alman Askerî Kurulunun üyelerinin, kuşkusuz ki, ateşemiliter ve deniz ateşelerinden daha çok haber alma kaynakları vardı. Eğer ateşeler, sefaretin vazgeçilmez bir parçası olarak kabul ediliyor idiyseler, bunların ele geçirdikleri haberler, Askerî Kurula verilir ve bu yoldan Almanya’ daki yüksek makamlara ulaştırılabilirdi. Almanya’ daki merkez için büyük önem taşıyan askerî raporlar, ancak bu yolla sorumluluklarına uygun biçimde bir makamda toplanıp yazılabilirdi. Yüksek karar makamlarında bulunanlara gönderilecek raporlar, yürütme görevinde ve işin içinde olan kimselerce yazılmalıydı, bunun dışında, danışman olarak yararlanılabilecek kişiler tarafından ya da işi genel olarak dışarıdan görenler tarafından doğrudan doğruya gönderilen raporlar sorumsuz ellerden çıktığı için çok kere yanlış, tehlikeli ya da kişisel çıkar güden cinsten şeyler olabilirdi. Bu durum, kendi ülkemizden çok, dış ülkelerden gelen raporlar için daha önemlidir. Çünkü yabancı ülkelerden gelen haberlerin denetimi daha güçtür.
Bu düşünceler, beş yıl içinde yaşanmış deneyler zincirine dayanmaktadır. Bunlar ortaya çıkarılıp söylenmelidir ki, geçmiş olaylardan gelecek için ders alabilelim.
Alman Askerî Kurulu ile öteki yabancı devletlerin sefaret görevlileri arasında savaştan önce bir yakınlık söz konusu olmadığı gibi, bir çatışma da yoktur. Örneğin 1914 Haziranında İngiliz Kralının doğum gününde, birçok Alman subayı İngiliz Sefaretindeki törene katıldılar.
Rus Sefiri Giers bile, Birinci Kolordu Komutanlığına atanmamdan sonra takındığı düşmanca tavrı, bu makamı bırakmamdan sonra değiştirdi.
İtalya Sefiri Marki Garroni, İtalya hükümeti 1914 Ağustosunda Üçlü İttifaktan çekildikten sonra bile, Almanlara karşı dostça davranmasını sürdürdü.
Halic’e bakan Amerikan Sefaretinde oturan Sefir M. Morgentau ve ondan sonra gelen Eltus’ u ancak törenlerde görebiliyorduk. Bunların eşleri, Amerika’ nın zengin kaynaklarından yararlanarak yardım derneklerine cömertçe bağışlarda bulunuyorlar, böylece Türklerin sevgisini kazanıyorlardı.
Hollanda, İsveç ve Bulgar sefarethanelerine, savaş başladıktan sonra bile, birçok subayımız gidip gelmeye devam ettiler.
III
SAVAŞIN BAŞLAMASINA KADAR ASKERÎ KURUL
Enver, Harbiye Nazırı olduktan sonra, Erkânıharbiye Reisliğini de üzerine aldı. Kendi söylediğine göre, bu iki makam arasında her zaman var olan anlaşmazlıkları böylece önlemek istiyordu.
Enver, Erkânıharbiye’ de kendisine birinci yardımcı olarak von Bronsart’ ı seçti. Bu konuda bazı sağlam kuşkularım olmasına rağmen, bu atamaya izin verdim. Öteki önemli makamlar, Alman Askerî Kurul sözleşmesinde belirtildiği gibi, Türklerin elinde kaldı.
Alman kurmay subayları, aynı zamanda danışman öğretmen olarak bu makamlarda kalacaklar, Türk subaylarını çeşitli alanlarda yetiştirecekler ve bu subayları ileride kendi ordularında bu görevleri tek başlarına yapacak duruma getireceklerdi.
Alman Askerî Kurulunun görevi, belirli bir süreyle sınırlandırılmamıştı. Bu nedenle, Türk subaylarının yetiştirilmesi birinci derecede önem taşıyordu.
Savaşın başlamasından sonra, önceleri Alman subaylarının kullanılması düşünülen bazı önemli yerlere ve kilit noktalara Türk subaylarının atanması zorunluluğu ortaya çıktı.
Sonraları ise, Türk Ordusunda, Türk Genelkurmayında ve Türk menzillerinde daha çok Alman subayı kullanmak zorunluluğu duyulunca, Türkiye’deki Alman subayı sayısı artırıldı.
Alman subayları hem Türkçe bilmedikleri, hem de ülkeyi ve Türk ordusunu pek yüzeysel biçimde tanıdıkları için, bu güç koşullar altında omuzlarına yüklendikleri sorumluluk çok büyüktü.
Bunun sonucu, mantık neyi gösteriyorsa öyle oldu. Türk Genel Karargâhı’ ndaki önemli makamlardan pek çok Türk kurmay subayının uzaklaştırılması, bu subaylarda hoşnutsuzluk ve dolaylı direnme yarattı. İş bu kadarla da kalmadı; Türkiye ile ilgili birçok işin Alman subaylarından gizli olarak yürütülmesi gibi bir durumla karşılaşıldı ve birlikte çalışma olanağının ortadan kalkmasından başka, arada gerginlik de belirdi.
Enver’ de böyle durumlar karşısında Almanlarla birlikte çalışmayı düzenlemek için gerekli deneyim, görüş ve kavrayış noksandı. Enver, Alman çalışma biçiminin iyiliğini anlıyordu, ama bunu sağlamak için kendi ordusunda yapacağı sınırlamaları -ki din, dil ve iç düzen bakımından çok gerekliydi- gittikçe daha az önemsiyordu.
Daha Çanakkale savaşlarının başlamasından önce bile, kendisinin benim önerime ve öğütlerime gereksinimi olmadığını sanıyor ve kanısını, çevresine ne kadar Alman subayı toplarsa, o ölçüde güçlendiriyordu. Bu olayların ortaya çıkması, bana ileride olacak olayların yaratacağı güçlükleri düşündürüyordu.
1914 yılının ilk yarısında ve savaştan önce, Alman Askerî Kurulu’nun subay sayısı anlaşmaya göre 42 idi. Bu, vilâyetlerdeki kıta ve kurmay subay gereksinimini karşılamak için 70′ e yükseltildi. Bu sayı, Türk ordusu gibi büyük bir ordu için çok sayılamaz. Fakat gelin görün ki, savaşın sonlarına doğru Alman Askerî kurul üyesi olarak Türkiye’ ye gelen subay, askerî doktor ve öteki görevli sayısı 800′ e ulaştı. Bunların içinde dış ülkelerde kullanılmaları doğru olmayan kişiler de vardı. Dünya Savaşı’ nda Alman Ordusunun verdiği kayıp bu istenmeyen durumun nedenini açıklar.
1914 yılının ilk yarısında merkezdeki ve kıtalardaki çalışmaların dışında, özellikle İstanbul’ da Piyade, Sahra Topçusu, Yaya Topçu okullarına ve Ayazağa’ daki Süvari Assubay okuluna Alman yönetici ve öğretmenler verildi, bu okulların öğretim planları genişletildi. Bunlardan başka bir süvari subay okulu ve bir nakliye okulu kuruldu.
Eylül başında benim gözetimim altında Gelibolu ile Tekirdağ arasında büyük bir manevra planlanmıştı ve bu sırada bir de karaya çıkarma yapılacaktı. Bundan sonra da Batı Anadolu’ da büyük bir kurmay gezisi düşünmüştüm.
Bu sırada Dünya Savaşı patladı. Bu savaşta Türkiye önce tarafsız kaldı, ama seferberliğe hemen başladı.
IV
DÜNYA SAVAŞINDA TÜRKİYE’NİN TARAFSIZ
KALDIĞI GÜNLER
1914 yılının Ağustos ayı başlarında bir akşam üstü, Tarabya’ daki Alman Sefareti’ ne davet edildim. Oraya vardığım zaman Sefir Baron von Wangenheim ile Enver’ i bir arada buldum. Bana Almanya ile Türkiye arasında gizli bir anlaşma tasarısını hazırlamakta olduklarını açıkladılar ve Türkiye’ nin Dünya Savaşı’ na girmesi durumunda, Alman Askerî Kurulu’ nu nasıl kullanmaları gerektiği konusundaki düşüncelerimi sordular. Ben -sözleşmeye göre- toplu olarak Almanya’ ya dönmek zorunda olduğumuzu anımsattım. Sefir, Askerî Kurul’ un kendilerine, Almanya Avrupa’ da bir savaşa girerse, Alman Askerî Kurulu’ nun ülkesine dönmesi değil, Türkiye’ de bırakılması durumunda ne yapılması gerektiğini sordu. “Eğer Askerî Kurul Türkiye’ de kalırsa ve Türkiye de savaşa girerse, Alman subayları, savaşın yürütülmesinde gerçekten etkili olacak makamlara getirilmelidir” dedim. Bunun üzerine, Askerî Kurul konusundaki bu öneri, kuşkuya yer bırakmamak için Fransızca olarak şu şekilde dile getirildi:
“Influence effective sur la conduite générale de l’armée” (Ordunun genel yönetiminde etkili kimse).
Anlaşma sözleşmesi tasarısının öteki maddeleri konusunda bana hiçbir bilgi verilmedi. Eylül ayı başında sefirden yazılı olarak bu konuda bilgi istedim. Sefir, 5 Eylül tarihini taşıyan karşılığında, bilgi vermeyi geri çeviriyordu. Bunu burada açıkça yazmamın nedeni, Askerî Kurul’un siyasal oluşların tam olarak dışında ve bunlardan habersiz bırakıldığımı belirtmektir.
O gece sefaretten ayrılacağım sırada, Enver bana bir savaş durumunda kendisinin Başkomutan Vekili atanacağını ve benim de kendisinin Kurmay Başkanlığını kabul edip edemeyeceğimi sordu. Bu öneriyi kabul edemeyeceğimi, çünkü savaşta bir kıtaya komuta etmeyi seçeceğimi söyledim.
O günlerde Türkiye’ nin savaşa gireceği ya da tarafsız kalacağı yolunda birbirini tutmaz bir sürü haber çıkıyordu. Anlaşma görüşmeleri konusunda ne Alman, ne de Türk kaynaklarından bir haber alamıyorduk. Durum Alman subayları için sıkıntılıydı. Almanya’ da savaş başlamıştı. Birkaç gün sonra, Türkiye’ nin tarafsız kalacağı açıklandı.
Bunun üzerine İmparatora çektiğim 11 Ağustos tarihli telgrafla Alman Askerî Kurul sözleşmesi gereğince bütün Alman subaylarının Almanya’ ya geri çağrılmalarını rica ettim.
İmparatorun 22 Ağustos tarihli cevabında, şimdilik Türkiye’ de kalmamız emrediliyordu. Bundan dolayı görev bakımından bir kaybımız olmayacak, Türkiye’ de geçirdiğimiz süre, savaşta ve Alman Ordusunda bulunuyormuşuz gibi hesaplanacaktı.
Hemen topladığım Alman subaylarına bu emri bildirdiğim zaman, herkes büyük bir üzüntüye kapıldı. Çünkü herkes savaşın pek uzun sürmeyeceğine ve biz katılamadan bitivereceğine inanıyordu. Türk nazırlarının çoğunluğunun tarafsızlıktan yana olduğu bilindiği için, Türkiye’ nin savaşa gireceğine kimse ihtimal vermiyordu.
Eylül ayında Alman subaylarının geri çağrılması için yeniden başvurmam üzerine, Askerî Kabine Şefinden aldığım 27 Eylül tarihli telgrafta şöyle deniliyordu: “İmparator Hazretleri, oradaki memuriyette çalışmanızla savaşta herhangi bir görevde bulunmanızın aynı sayılacağını bir kere daha hatırlatmamı emir buyurdular. İmparatorun da onayına mazhar olan sefaret politikasına karşı muhalefet hareketlerinden kaçınmanız da İmparator Hazretlerinin özel emirleri gereğidir… vb.”
Türkiye seferberliği, Balkan Savaşı’ ndakinin tersine, pürüzler çıkmadan 1914′ te kolaylıkla tamamlandı. Bunun nedeni, Alman Askerî Kurulu ile Türk kurmay subaylarının birlikte hazırladıkları seferberlik emirlerinin yalnızca gerekli olan genel hükümleri içermiş olmasıydı. Yoksa çok geniş Osmanlı Devleti’ nin çok çeşitli olan bölgelerinin koşullarına uyacak ayrıntılı bir karar, her tarafta karışıklığa neden olabilirdi. Gerçekte seferberlik de güç değildi. Çünkü bir önlem olarak zamanından önce yapıldığı için çok zorluk yaratmıyordu.
Birliklerin savaşa elverişli biçimde yetiştirilmesi için de bu çözüm yolu daha uygundu. Çünkü birlikler seferber duruma getirilmiş, sayıları artırılmış, muvazzaflar gibi yedeksubaylar da celbedilerek birliklerin savaşta sevk ve yönetimi konusunda onlar da yetiştirilmişti. Önceleri birliklerin asker sayılarının azlığı nedeniyle, talim ve terbiyeden gereğince yararlanılamıyordu.
1.Kolordu İstanbul’ da ve yabancıların gözü önünde bulunduğu için, barış zamanındaki kadrosu da çok yüksek tutuluyordu. Ama dışarıdaki kolordularda asker sayısı çok değişikti. Örneğin 1914 yılında Tekirdağ’ da öyle piyade bölüklerine rastladım ki, 20 erden çok göreve çıkamıyorlardı.
Seferberlikte kurulan Türk Genel Karargâhı, daha Ağustosta çeşitli orduların oluşturulmasını emretmişti. Karargâhı İstanbul’ da bulunan 1. Ordu Komutanlığı’ na ben atanmıştım. Bu ordu, beş kolordudan oluşacaktı. Bu kolordular İstanbul çevresinde, Trakya’ da, Çanakkale’ de ve Bandırma’ nın güneyinde bulunuyorlardı. Merkezi Halep’ te olan 6. Kolordu da emrime verilmişti ve yavaş yavaş İstanbul’ daki Yeşilköy yakınına getiriliyordu.
Bahriye Nazırı Cemal Paşa, merkezi yine İstanbul’ da bulunan 2. Ordu Komutanlığına atanmıştı. Bu orduya da Orta Anadolu’ da bulunan iki kolordu bağlanmıştı. Ayrıca üç kolordudan oluşan bir 3. Ordu da Kafkasların batısında Erzurum’ da kurulmuştu. Bu ordunun bölünmesi, bir anlam ve amaç taşıyordu. Buna karşılık şurasını kabul etmek gerekir ki, savaş süresince Türkiye’ de dokuz ordu oluşturulmuştur ve buna yetecek kadar kıta olmadığından bu tutum, tam olarak amaçsız kalmıştır ve kimi zaman öyle ordular oluşturulmuştur ki, bunlar yalnız birer karargâhtı ve hemen hemen hiçbir birliği yoktu. Bu konuda en ilgi çekici örnek, 1917 yılında İstanbul’ daki 1. Ordu idi. Bu ordunun, birkaç bölük ve milis örgütünden başka tek bir piyade alayı vardı. Bundan başka 1918′ de 2. Ordunun savaşabilecek durumda yedi piyade taburu bulunmaktaydı. 1918′ de Filistin Cephesi’ nde savaşan ve ordu adını taşıyan üç savaşçı birlikten her birinin piyade sayısı, savaşın başındaki tek bir Türk tümeninin sayısından azdı.
Sonradan yapılan ve yalnız gösterişe dayanan bu örgüt, emirlerin birliklere ulaştırılmasında yarattığı güçlüklerden başka, Türklerin usulünce karargâhlara birçok subay, er ve binek hayvanı ayrılması yüzünden, bu varlıklardan başka yerlerde yararlanmak olanağı da ortadan kalkıyordu.
Ben şahsen Alman Askerî Kurulu’ nun başkanı olarak, Türk Genel Karargâhına bu konuda en küçük bir etkide olsun bulunmadım.
Ağustos ayının ikinci yarısında, Göben ile Breslav’ ın Çanakkale Boğazı’ ndan içeri alınmasından bir süre sonra, Enver, bir askerî toplantı yaptı. Bu toplantıda, Alman Sefiri, Göben’ le gelen Amiral Suşon, Alman kara ve deniz ataşeleri, Enver’ in Kurmay Başkanı ve öteki subaylardan başka ben de vardım. Burada, Türkiye ileride savaşa girerse, Süveyş Kanalı’ na karşı bir harekât yapmanın yararlı olup olmayacağı tartışıldı. Denizciler bu harekete çok istekli göründüler. Ben bu düşüncede değildim. O zamanki düşünceme göre, Rusya’ daki Alman-Avusturya cephesinin sağ tarafında ve Odesa ile Akkerman arasında Türk birliklerine yaptırılacak bir çıkarma harekâtı, Avusturya cephesinin sol kanadının yükünü hafifletecekti.
O sıralarda Rus Karadeniz Filosu pek kuvvetli sayılmadığından, hızlı ve cesur bir harekâtla böyle bir girişimin başarıya ulaşması teknik bakımdan kolay görünüyordu. Aynca Odesa bölgesinde, az talim ve terbiye görmüş Rus birlikleri bulunduğundan, başarıya ulaşmak daha kolaydı. Karaya çıkacak birliklerin başarılarının sürmesi için Rus filosunun yenilgiye uğratılması gerekirdi. Bunun için Amiral Suşon’ un kesinlikle belirttiği gibi Göben ile Breslav’ ın bu işi başarabilecekleri ümit edildiğine göre, harekât başarıyla sonuçlanabilirdi.
Ama ben bu görüşümde yalnız kaldım. Toplantıya katılanların hepsi, Süveyş Kanalı’ na yapılacak harekâtın çok daha etkili olacağına inanıyorlardı.
Ben daha o zamandan Türkiye’ nin sınırlı olanaklarına ve Mısır’ la olan kötü ilişkilerine bakarak, Mısır’ ın nasıl ele geçirileceğini bir türlü anlayamıyordum. Denizlere İngilizler egemen olduklarına göre kısa sürede Hindistan’ dan ve öteki sömürgelerinden, hatta İngiltere’ den birlikler getireceklerdi. Süveyş Kanalı’ ndaki İngiliz kuvvetleri her türlü modern savaş araç-gereçleriyle donatılmıştı. İki yandaki dört demiryolu hattı ve bol demiryolu malzemesi, birliklerin tehlikeye girmiş bölgelere hızla taşınmasını sağlayabilirdi. Kanal bölgesindeki uzun menzilli toplar, İngiliz savaş gemilerindeki büyük çaptaki toplar ve Kanal’ da yüzen bataryalar düz alanda çok uzak noktalara ulaşabilirlerdi.
İngilizlerin Süveyş Kanalı’ na ne kadar önem verdiklerini, çok önceleri Lord Gromer, Kıbrıs adasından çekilmek söz konusu olduğu zaman söylemişti: “Hindistan, İngiliz İmparatorluğumun merkez noktasıdır. Bu nedenle, Süveyş Kanalı’ nın elde tutulması, İngiliz gerçek politikasının temelidir. Bunun için de yalnız Kanal’ ı elde bulundurmak yetmez, onun iki kıyısındaki toprakları da elde tutmak gerekir. Bu toprakların kapsamı da, en azından Mısır ile Sina Yarımadası ve Akabe Körfezi’ nden Elariş’ e kadar olan alandır.”
Bu askerî ve politik temel ilke ortada dururken, askerî hayallere kapılmak hiç de doğru değildi.
Şimdi Mısır’ da karargâh kurmuş ve yerleşmiş İngiltere’ ye karşı bir Türk kolu Tih Sahrası’ nda en az yedi gün yol alacak ve Kanal’ a varacak, bu sırada insanların ve hayvanların içecekleri su ile atılacak her top mermisi çölde deve sırtında taşınacaktı… Böyle bir harekâtta, her halde ilk basan bir baskınla umulur, ama düşmanı yenilgiye uğratacak bir anlam taşımaz. Çünkü Kanal’ a ulaşacak kuvvet, düşmanın bütün hareketlerini engelleyecek güçte değilse, düşmanın karşı koymasıyla geri çekilmek zorundadır. Ulaşım olanakları ve yolları son derece sınırlı olan Türkiye, nasıl olur da büyük kuvvetleri buraya kadar yollayıp besleyebilir. Bana göre Mısır’ ın ele geçirilmesi konusunda Almanya’ da açık bir düşünce yoktur. İngiltere’ nin can damarı olan Mısır’ ın ele geçirilmesi konusunda hayale kapılınmıştır. Bunda denizcilerin suçu büyüktür. Fakat bunlar, Türk topraklarında bir kara savaşının nasıl yönetilebileceği konusunda bir düşünceleri olmadıkları için hoş karşılanabilir.
Benim bu konudaki görüşüm şuydu: Mısır harekâtı için çok sınırlı bir başarı şansı görüyordum: diğer harekât -Odesa’ya çıkarma- içinse büyük ümit besliyordum. Bu düşüncelerimi açıklamam üzerine de, 15 Eylül de Alman Şansölyesi, İstanbul’daki Alman Sefiri aracılığıyla bana bir emir göndererek Süveyş Kanalı’ na yapılacak harekâta karşı çıkmamamı bildirdi. 17 Eylül de ise, doğrudan doğruya Alman Genel Kurmay Başkanlığından aldığım bir telgrafta, “Genel çıkarlar açısından Mısır’ a karşı girişilecek harekât çok önemlidir. Ekselansınız, Türkiye tarafından önerilen harekâta karşı cephe almayarak bu görüşe uymalısınız” deniliyordu.
Türkiye’ de ulaşım yollarının stratejik durumuyla ilgili bir fikir edinmek için önce savaş sırasında Türkiye’ deki demiryollarının durumu konusunda birkaç söz söylemek gerekir:
İstanbul’ u Avrupa’ ya bağlayan Doğu Demiryolu, (Orientbahn) Balkan Savaşı sırasında hiçbir işe yaramamıştı. Savaştan önceki son aylar içinde ve savaş sırasında büyük gereksinmeye karşılık verecek olan bu hat, hiç değilse olanak ölçüsünde yeniden elden geçirilmişti. Dik yokuşlu, dar dönemeçli olan bu tek hatlı demiryolu, gerçekte yapılış olarak pek iyi değildi.
Türkiye’ nin öteki büyük demiryolu hattı, İstanbul ile ülkenin ortası arasında ve sınırlara doğru tek bağlantıyı sağlayan “Anadolu-Bağdat” hattı, gerçekte Almanlarla İsviçrelilerin ellerindeydi. Bu hattın yönetiminin başında yıllardan beri İstanbul’ da oturan, ülkenin durumunu çok iyi bilen, gerçekten çok becerikli ve zeki olan Direktör Hugenen ile Müşavir Günther vardı. Gerek direktörün ve gerekse hattın öteki görevlilerinin, ellerinden geldiği ve Türkiye’ de olanak buldukları ölçüde, her şeyi yaptıklarını söylemek haktanırlık olur. Fakat tek hatlı ve yeteri kadar lokomotif ve vagondan yoksun bu yolun Avrupa’ daki benzerleri gibi olamayacağı açıktır. Suriye, Filistin ve Elcezire ile bağlantısının can damarı olan Toros tünelleri, savaştan önce daha tamamlanamamıştı. Bitmesi ancak 1918 yılı Eylül ayının sonunda oldu ki, Türkiye’ nin askerî bakımdan çöküşü de bugünlere rastlıyordu.
Bu nedenle 1918 Ekim ayına kadar, tek bir trenin doğrudan doğruya Halep’ e kadar gönderilmesi gerçekleşememişti. Savaşın sonuna kadar her trenin Toros’ un kuzeyinde aktarma yapması gerekiyordu. Toros ulaşımı, başlangıçta araba ve develerle, sonraları kamyonlarla dağ yolu üzerinden yapılıyordu. Daha sonra tünel, küçük bir kesitte açılınca, büyük hattan dekovil hattına yapılan aktarmalarla ulaşım sağlandı. Bu nedenle Toros’ un kuzey ve güneyinde işletme malzemesinin dengeli bir şekilde bölünmesi olanaksızdı. Aynı güçlükler, ilk zamanlar Amanos dağlarında yapılan tünellerde de vardı. Sonraları bu hat hızla tamamlanarak bu zorluklar giderildi.
Halep’ ten güneye, yani Suriye, Filistin ve Hicaz’ a giden demiryollarının hiçbiri bütün savaş süresince kendilerinden beklenen işi göremediler. Bu hatlar, savaş dolayısıyla artan taşıma işini karşılayacak şekilde ve bir proje olarak tamamlanıp geliştirilemedikleri gibi, günlük işletmelerin gerektirdiği düzenleme ve yenilikler de yapılamadı. Malzeme noksandı. Rayak’ tan sonra hattın genişliği değişiyordu. Lokomotifler için yakacak sağlanamıyordu. Kömür ya hiç gelmiyor, ya da İstanbul’ dan çok az gönderiliyordu. Buralara -o sıralarda da çok az olduğundan- odun da zorlukla sağlanıyordu. Türkiye’ nin güney ve güneydoğu ülkeleriyle olan bağlantısının temelini oluşturan Toros ve Amanos sıradağlarının kolaylıkla aşılması işinin önemini, Türk Genel Karargâhı’ nın seferberlikle birlikte göremediği açıktır.
Bunların tamamlanması için gereken işçi ve malzemenin, daha seferberliğin başında topluca buraya gönderilmesi gerekirken, toplananlar da başka yerlere dağıtılmıştı.
Ankara-Sivas hattı ile Diyarbakır’ a giden demiryoluna ve Kızılırmak’ ı kolaylıkla geçilir duruma getirme işine, sanırım sıra gelmemişti. Ankara-Sivas hattı üzerindeki pek çok derede yapılacak demir köprüler için gereken malzemenin Almanya’ dan getirilmesi düşünülmüş, hatta nüfuzlu bazı Türkler bu işi üzerlerine almak istemişlerdi. Ama bu hattın önemi, savaş sırasında pek kendisini göstermedi.
Ben bu konuları Alman Genel Karargâhı’ na zamanında, 25 Ekim 1916 tarihli raporunda bildirmiştim. Bağdat hattının, Irak’ ta savaş alanı olması olasılığı bulunan yerlerin yakınlarına kadar olsun uzatılmadığı herkes tarafından bilinmektedir.
Irak’ taki ordunun menzil hattı, Halep çevresine kadar Suriye ulaşım hattıyla ortaktır. Halep’ ten sonra ulaşım hattı, ya Fırat Irmağı boyunca doğrudan doğruya Bağdat yönünde gider ya da demiryolu boyunca Resülayn’ a varır ve ondan sonra 350 kilometre uzunluğunda bir yolla yağmurlu havalarda çamur olan yumuşak topraklı, hatta. bataklık bölgeleri izleyerek Musul’ a ulaşır ve buradan tekrar 350 kilometre uzunluğunda bir yolla -ancak Samerra’ daki son kısımda dekovil hattı vardır- Bağdat’ a varır.
Türk demiryollarının işletilmesinde Alman askerî örgütünün kullanılmasındaki zorluk, bütün savaş süresince gerek Alman ve gerekse Türk makamlarınca gereğince değerlendirilemedi. Alman subayları, ülke koşullarına ve Türk yönetiminin özelliklerine uymadıkları için, Alman yöntemlerinin Türkiye’ de de aynen uygulanabileceğini sanıyorlardı. Demiryollarında çalışan Türk subayları ise, Alman ilke ve yöntemlerine pek kulak asmadan, işi kendi bildiklerine göre götürüyorlardı.
Türkiye’ de bulunan büyük demiryolu ağının birbirleriyle bağlantılarının çok sınırlı olduğu biliniyordu. Eskiden ülkeyi yöneten insanlardan bir çoğunun, demiryollarının ülkenin huzur ve düzenini tehlikeye düşüreceği yolundaki yanlış düşüncesi, bunların sınırlı kalmasına neden olmuştu. Bu konuda Şark ihmalciliğinin de büyük payı vardı.
Var olan demiryollarından biri, bir İngiliz şirketi tarafından yapılan Aydın-Kasaba hattı ve öteki, bir Fransız şirketi tarafından yapılan Bandırma-Manisa hattı idi ki, bunlar, Türkiye savaşının sevk ve yönetimi bakımından ancak ikinci derecede önem taşıyordu.
V
TÜRKİYE’ NİN SAVAŞA GİRİŞİ
1914 yılı Ekim ayının son günlerinden birinde Alman Sefareti Deniz Ateşesi Binbaşı von Laffert, Pangaltı’ ndaki Harp Okulu’ na yerleşmiş olan 1. Ordu Karargâhı’ na gelerek, son derece acele bir iş için görüşme isteğinde bulundu.. Binbaşı von Laffert, büyük bir heyecanla yanıma geldiği zaman Göben ile Breslav’ ın Karadeniz’ de Boğaz’ ın girişinde Rus savaş gemileriyle başarılı bir çatışma yaptığını haber verdi. Rus Filosundan bir mayın gemisi batmış, bunun üzerine filo geri çekilmeye başlamıştı. Göben ile Breslav, Türk filosundan küçük birkaç gemiyle birlikte Rus filosunu Sivastopol yönünde izlemeye koyulmuştu. Amaç, Rus kıyılarını bombardıman etmekti.
Bu durum karşısında, Türkiye’ nin artık tarafsızlığını bırakarak savaşa gireceği kuşku götürmüyordu. 30 Ekim tarihinde Türk Genel Karargâhı’ nın resmî tebliği şöyleydi:
“Donanma Komutanlığından 29 Ekim 1914’te ve akşam saat 11.15’te bildiriliyor:
Rus Donanması, 27 ve 28 Ekim tarihlerinde yaptığı manevralarla ve sürekli olarak bütün hareketlerini takip suretiyle Türk Donanmasını taciz etmiştir, düşman bir tavır takınmıştır. Bir mayın gemisi, üç torpido, bir kömür gemisi bu düşmanca amaca uygun olarak Boğaz’a doğru ilerlerken, Göben, mayın gemisini batırmış, kömür gemisini esir almış ve bir torpidoyu ağır şekilde tahrip ederek 3 subayla 72 eri esir almış, Sivastopol limanını başarıyla bombardıman etmiştir.
Mayın gemisinde 700 mayınla 200 görevli bulunuyordu. Torpidolarımızca kurtarılan 3 subay ve 72 er, 30 Ekim’ de İstanbul’ a getirileceklerdir. Esirlerin sorguya çekilmesiyle anlaşılmıştır ki, Ruslar, Boğaz’ ın ağzına mayın dökerek Türk Donanmasını tahrip etmek istemişlerdir.
Breslav, Azak Denizi’ nin doğusundaki Novorasisk’ te 50 petrol deposuyla birkaç buğday silosunu tahrip etmiş ve 15 askerî nakliye gemisini batırmıştır.”
Bu savaş haberi, üzerimizde bir sürpriz etkisi yaptı. Ne Alman sefirinden, ne de Amiral Suşon’ dan -ki Türkiye’ nin Mısır’ a saldırması işi yüzünden aramızda çıkan anlaşmazlıktan sonra kendisiyle bir kere bile görüşmemiştim- politik havanın bu derece gergin olduğu bir zamanda Türk Donanmasının Karadeniz’ e çıkacağına ilişkin bir haber almış değildim.
Yalnız birkaç hafta önce, 20 Eylül’ de, güvenilir kaynaklardan Sefir Wangenheim’ ın Göben ile Breslav’ ı Alman bayrağı altında Karadeniz’ e çıkarmayı düşündüğünü duyduğum zaman, hemen Tarabya’ ya gitmiş ve böyle bir şeye girişmemesini sefirden önemle rica etmiştim. Sefire anlatmıştım ki, Türk hükümeti, Göben ile Breslav’ ı satın aldığını bütün dünyaya ilân etmiştir. Şimdi bunlar tekrar Alman bayrağı çekip denize açılırlarsa, Türkiye’ nin dünya önünde yalanı ortaya çıkacak ve bu da Türkiye’ deki Almanlara karşı halkın düşmanlığını körükleyecekti. Gerçekten 17 Eylül’ de Adalar önünde ve padişahın huzurunda yapılan manevrada Göben ile Breslav’ a Türk bayrağı çekilmiş, gemilerin isimleri de Yavuz Sultan Selim ile Midilli’ ye çevrilmiş, subay ve erlere fes giydirilmişti. Şimdi eylül sonunda bunların tekrar Alman bayraklarıyla donatılıp Karadeniz’ e çıkmalarını aklım almıyordu. Sefir, böyle bir düşünce olduğunu ne onayladı,ne de geri çevirdi. Ama gemiler de denize açılmalıydı.
Bu yeni hareket, Türk bayrağı altında yapılmıştı ve herhalde denize açılmak için de Bahriye Nazırı Cemal Paşa’ dan izin alınmıştı.
Cemal Paşa, Türk nazırları içinde o sıralarda siyasî düşünceleri Almanya’ ya karşı büyük değişiklikler gösteren bir kişiydi. Bu değişikliğin, Türk hükümetinin tarafsızlığını bırakması üzerinde de büyük etkisi olmuştur.
Enver’ in tam anlamıyla Alman taraftarı olduğu, Talât’ ın da bu yana yöneldiği biliniyordu. Oysa Cemal, eskiden İtilâf devletlerinden yanaydı. Dünya Savaşı’ ndan az önce, Fransız filosunun manevrasına Fransız Hükümetinin davetlisi olarak katılmıştı. Daha 9 Ağustos’ ta İstanbul’ daki Fransızları kendi vatanlarına götüren vapurları uğurlama töreninde hazır bulunmuş ve burada yaptığı konuşmada Fransızlara esenlikler dilemişti. Tanıdığım ve güvendiğim bir subaya 6 Eylül’ de Enver’ in söylediğine göre, Cemal’ in tarafsızlığını terketmeye karar vermesi, ancak Alman ve Avusturya cephesinin Ruslara karşı bir zafer kazanmasından sonra olabilirdi.
Cemal’ in Türkiye’ de işi yönetenlerden biri olduğu kuşkusuzdu. Kendisinin Alman taraftarı nazırlarla birleşmesi büyük önem taşıyordu.
Türk Kabinesi, Karadeniz’ deki çatışmayı tarafsızlığın kaldırılmasına gerekçe saymış ve böylece Türkiye’ de Merkezî Hükümetler yanında yer almıştı.
O zamanlar İstanbul’ da söylendiğine göre, Ruslar, Türk Alman gemilerinin Karadeniz’ de yaptığı harekâta rağmen, Alman Askerî Kurul’ u ile Göben ve Breslav subay ve erlerinin Almanya’ ya geri gönderilmeleri koşuluyla Türkiye’ nin tarafsızlığını tanımaya devam edeceklerini bildirmişler, ama bu öneri Türk hükümeti tarafından geri çevrilmişti. Bunun doğruluk derecesini bilemiyorum. Gerçek şuydu ki, birkaç gün sonra artık Türkiye’ de Rusya ile savaş durumunda bulunuyordu. Çanakkale Boğazı, eylül sonunda mayınlarla kapanmıştı. Bu hareket ve ordunun seferber duruma getirilmesi bir ön hazırlıktı. Türkiye hükümeti, İtilâf Devletleri’ nin İstanbul’ a karşı denizden bir zorlama hareketine girişmesini olanaksız saymıyordu.
Bu önlemlerin alınmasına, Boğaz’ dan dışarı çıkan bir Türk torpidosunun komutanıyla Boğaz dışında rastladığı bir İngiliz destroyeri komutanı arasında geçen tatsız bir tartışmanın neden olduğunu o zamanki Boğazlar Komutanı Albay Cevat Bey, sonradan anlatmıştı.
Yaz sonuna doğru Çin Seferi’ nin tanınmış amirali Usedunı, İstanbul’ a geldi ve önce kıyı bataryalarıyla mayın işlerinin genel müfettişliğine atandı. Bu amirale daha sonra merkezi İstanbul’ da olmak üzere Karadeniz ve Çanakkale Boğazları Genel Komutanlığı verildi. Bu müstahkem mevkilerin esas komutanları olan Türk subayları yerlerinde bırakıldı.
Türkiye’ nin savaşa girişi, başlangıçta ve geçici olarak, büyük askerî harekâta gerek göstermedi. Göben ile Breslav, birkaç torpidoyla birlikte zaman zaman Karadeniz’ e çıkıyor ve Rus kıyılarını bombalayarak geri dönüyordu. Rus filosu da birkaç kez kendini gösterdi. Türk filosuyla uzaktan karşılıklı ateş de açtılar, ama esaslı bir şey olmadı.
Türkler, Trabzon limanıyla denizden bağlantıyı büyük bir güvenle korudular. Gerçekte Karadeniz, Türkiye için hiçbir zaman kapanmamıştı. Rus Filosunun sonraları oldukça önemli çalışmalar göstermesine rağmen, yine de geride parayla açılacak arka kapılar bulunuyor ve nakliyat yapılıyordu. Çünkü savaş yılları boyunca İstanbul’ daki Bomonti Bira Fabrikası, Romanya limanlarından ve Karadeniz’ in öteki limanlarından arpa getirtebiliyordu. Bu arpalara, Levazım Dairesi Başkanı İsmail Hakkı Paşa el koymazsa, fiyatlar da yükselmiyordu.
Kafkas Cephesi’ nde ve Mısır’ da önemli olaylar hazırlanıyordu.
Kasım ayının ortalarına doğru, Türk hükümeti tarafından eski zamanların en kuvvetli silâhı olan kutsal din savaşı (Kutsal Cihat) özenle sahneye çıkarılıyordu. Türk Harbiye Nezareti, dünya Müslümanlarına bu yolla geniş etkide bulunabileceğine inanıyordu. Oysa sonradan fazlasıyla yanıldığını anladı.
Gerçekte dindar Anadolu askerleri için Kutsal Cihat ilânına gerek yoktu. Onlar Kutsal Cihat ilân edilmeden de saygı duydukları padişahları uğruna savaşa gidiyorlar ve canlarını feda ediyorlardı. Türklerin yönetimindeki Araplar’ da ise Kutsal Cihat hiçbir sonuç vermedi. Türklerle Araplar arasında yüzyılların yığdığı zıtlık ve Türk yönetimine karşı duyulan hoşnutsuzluk dolayısıyla Kutsal Cihat bunlar üzerinde hiçbir etki yapmadı.
Türkiye’ ye yakın ve sınır komşusu olan ülkelere gelince, bunlardan da umulan yardım sağlanamadı. İtilâf Devletleri ya buraları güçlü elleriyle sıkıca tutuyorlardı ya da o zaman İran’ da olduğu gibi, büyük bir savaşa girecek güç ve yetenek bu ülkelerde yoktu. 8 Mart 1915′ te İtalyan Parlamentosu’nda açıklandığı gibi, Kutsal Cihat fetvasının Kuzey Afrika’ da bile en küçük bir etkisi görülmemişti.
Gerçekte Kutsal Cihat, Türkiye’ nin o zamanki durumuna da pek uygun düşmüyordu. Türkiye, bir yandan Almanya ve Avusturya gibi Hristiyan devletlerle birlikte ve müttefik olarak savaşıyor, Alman ve Avusturyalı subay ve erleri kendi ordusunda bulunduruyor ve öte yandan da Müslümanları Hristiyanlara karşı yardıma çağırıyordu…
Buradaki mantık zayıflığı, 1919 yazında İngiliz Başbakanı Lloyd George’ un General Allenby’ nin Filistin’ deki zaferini Haçlı Seferleri’ ne benzetmesinde de görülür. Çünkü söz konusu Allenby Ordusu emrinde peygamberin soyundan Şerif Faysal’ ın ordusuyla binlerce Müslüman ve Arap da vardı. İngiltere, Filistin’ in ele geçirilmesi için bu Müslümanları en modern silâhlarla donatmıştı.
Kutsal Cihat, 1914 Kasımında İstanbul’ da büyük millî gösterilerle ilân edildi. Caddeler, gelenek olduğu gibi polisler tarafından kordon altına alındı. Buraları dolduran işsiz güçsüz insanlara birkaç kuruş cep harçlığı verildi. Bu nedenle, hangi amaçla olursa olsun, yeteri kadar ilgi toplamak söz konusuydu. Bu kere de ilgililer yeşil bayraklar taşıyorlardı. Gösteri, sahibi Ermeni olan ve bir süre önce de Rus uyruğuna geçen Tokathyan Oteli’ nin bütün camlarının kırılmasıyla tamamlandı.
Bu gösterilere, galiba yalnızca yabancılar gözünde ve biraz abartmalı raporlar yazıldığı için Almanya’ da büyük önem verildi. Gerçekten değerli olan Türk, kendi ağırbaşlı ve ölçülü tutumu içinde, bu gibi gürültülü gösterilere değer vermiyordu.
Kutsal Cihat’ ın savaşın sonunda ve İtilâf Devletleri Türkiye’ yi işgal edip yönetimi ele aldıkları ve kıyımlar başladığı zaman, 1914′ tekinin tersine Türkler aleyhinde bir etki gösterdiği söylenebilir. Bu sırada Türkiye’ nin artık Hristiyan müttefiki yoktu ve İslamların dış dünyaya karşı harekete geçmeleri de artık söz konusu olamazdı. Artık Türklerin yalnız Hristiyan düşmanları vardı. İtilâf Devletleri’ nin hatalı ve yanlış uygulamalarından doğduğu ileri sürülebilecek olan bu durum, çok kötü sonuçlar verdi. Karakter olarak Türklerle hiçbir zaman bağdaşamayan ve anlaşamayan Rumların, Türk bölgelerinde bu derece etkili ve yetkili kılınmaları, herhalde özel bir amaca bağlı olsa gerektir. Türkler, bütün Dünya Savaşı boyunca Rumların bir karış Türk toprağına giremediklerini hiçbir zaman unutamazlar.
VI
KAFKASYA’DA VE SÜVEYŞ KANALI’NDA İLK
ÇARPIŞMALAR
Kafkasya’ da 1914 yılı Kasım ayında Türklerin 3. Ordusu ile Rusların çatışması başlamıştı. 3. Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa’ nın, Kurmay Başkanı, bir Alman subayı olan Binbaşı Guse idi. Bundan başka bu orduya birkaç Alman subayı daha verilmişti. Öteki birkaç Alman subayı da bu ordunun çok güç olan menzil bağlantısını düzene sokmaya çalışıyordu. Bir başka Alman subayı da, Albay Posseld, Erzurum Müstahkem Mevki Komutanlığı’ na atanmıştı. Ona bir topçu subayı ile bir istihkâm subayı eşlik ediyordu. Bunlardan 23 Kasım’ da İstanbul’ a gelen bir rapor, terkedilmiş durumda bırakılan Erzurum Kalesi’ nin konumunu karanlık bir tablo olarak gözler önüne seriyordu. Kalenin durumunu düzeltmek, savunmasını sağlamlaştırmak için Türk Genel Karargâhı hemen emirler verdi. Fakat Türkiye’ de malzeme her zaman çok azdı ve bunlar ancak uzun zaman geçtikten sonra tamamlanabiliyordu.
Kasım ayındaki ilk çatışmalarda, Erzurum-Kars yolu üzerinde ve Köprüköy yakınında Türk birlikleri iyi çarpıştılar. İki tarafın kazanç ve kayıpları hemen hemen aynıydı.
Rusların ilerlemesi, Hasan İzzet Paşa’ nın karşı atağıyla tam olarak durduruldu. Bu sonuç, Balkan Savaşı’ yla karşılaştırılınca, Türklerde savaş sevk ve yönetiminde önemli ilerlemeler olduğunu ortaya koyuyordu.
Koşullara uygun ve sevinç uyandırıcı bu durum, ne yazık ki Enver’ in hırsını kamçıladı. 6 Kasım’ da Enver, Harbiye Nezareti’ ndeki Alman Askeri Kurul Başkanı’ na ayrılan odama geldi ve aynı akşam bir savaş gemisiyle Trabzon’ a hareket edeceğini bildirdi. Oradan da 3. Orduya geçecekti.
Yerine Harbiye Nezareti’ ndeki Levazım Dairesi Başkanı İsmail Hakkı Paşa vekâlet edecekti. Bu durumu özellikle belirtiyorum. Öteki konulara ise Dahiliye Nazırı Talât Bey bakacaktı. Çünkü bu durum, Türklerin bu konudaki turumlarını ve yabancı basında çok kere yer alan haberlerin asılsızlığını gösteren çok iyi bir örnektir. Çünkü Türkler, rütbeleri ne olursa olsun, Almanlara ne asaleten ne vekâleten Türk hükümet işleyişinin iç işlerine etki edebilecek hak ve fırsatı hiçbir zaman vermediler.
Enver, elindeki haritanın üzerine 3. Ordu’ ya yaptıracağı bir harekatın krokisini çizdi. Buna göre Enver, ana yolda ve cepheden 11. Kolordu ile Rusları oyalarken, öteki iki kolordu (9. ve 10. Kolordular) sola doğru ve dağlar üzerinden günlerce sürecek bir yürüyüşle Sarıkamış’ta Rusların yan ve arkasını çevirecek, sonra da 3. Ordu Kars’ ı ele geçirecekti.
Bundan birkaç gün önce Türk Karargâhında bulunan bir Alman subayı, plânlanan soldan çevirme hareketini anlatmış ve ben de bu hareketin başarı şansını araştırmıştım. Düşüncem oydu ki, bu hareket olanaksız değilse bile, çok güçtü. Haritalardan ve öteki kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre yollar, çok dar dağ yolları ve çok yükseklerden geçen ve ancak yayaların gidebilecekleri patikalardı. Bu günlerde de sanırım karla örtülüydüler. Bu koşullar altında cephane ve yiyecek ulaşımının eldeki araçlarla nasıl yapılacağı da başlı başına bir sorundu.
Ben görevim gereği, bu önemli sorunlara Enver’ in ilgisini çektim. O, karşılık olarak bu konuların incelendiğini, yol denetim ve gözetlemelerinin yapıldığını ve o tarihe kadar öteki denetlemelerin de tamamlanacağını söyledi. Konuşmamızın sonunda hatalı ve ilgi çekici düşünceler ortaya attı. Bana, ileride Afganistan üzerinden Hindistan’ a yürüyeceğini söyleyerek ayrıldı.
Enver’ den biraz sonra Kurmay Başkanı General von Bronsart’ da veda etmek için yanıma geldi. Soldan çevirme hareketinin zorluğunu ona da anlattım, özellikle Alman Kurmay Başkanı olarak yüklendiği sorumluluğa dikkatini çektim.
Söz konusu harekât, Enver’ in başkomutanlığı altında ve 3. Ordu tarafından yapıldı ve bu ordunun imhasıyla sonuçlandı. Dünya Savaşı’nda ilk ‘imha’ edilen Türk ordusu bu oldu. En ileri hattaki Rus birlikleri -ki Oltu’ ya kadar ilerlemişlerdi, soldan çevrilince şaşırdılar ve burada bazı başarılar elde edildi. Bir süre sonra arazideki güçlükler ve sert kış kendini göstermeye başladı. Türk birlikleri, Enver’ in zoruyla ilerliyordu. Soldan çevirme yapan iki kolordunun ancak bazı hafif birlikleri Sarıkamış’ a ulaşabildiler ve burada düşmanla karşılaştılar. Başlangıçtaki küçük başarılara karşılık, 4 Ocakta yenilgiye uğradılar, geri çekilmek zorunda kaldılar. Düşmansa onları izlemeye koyuldu.
Ana yol üzerinde savaşan 11. Kolordu, Türk-Rus sınırı boyunca birkaç gün daha cesaretle dayandı, öteki iki kolordudan geri kalan birliklerin Hasankale’ ye doğru çekilmesini sağladı ve sonra kendisi de çekilmek zorunda kaldı.
Resmî tebliğlere göre 90 bin kişilik ordudan ancak 12 bin kişi geri çekilebilmişti. Diğerleri ise ya şehit, ya tutsak olmuş, açlıktan ölmüş ya da çadırsız karlı karargâhlarda soğuktan donmuşlardı. Arkasından lekeli tifüs salgını başgöstermiş ve bu zayıf düşmüş insanların birçoğunu da o öldürmüştü.
Bu fecî olaylardan sonra Enver, karargâhıyla birlikte kara yoluyla İstanbul’ a doğru yola çıktı. Perişan duruma düşen Enver, 3. Ordunun komutanlığına da Hafız Hakkı Paşa’ yı getirdi. Paşa, Türk Genelkurmayının seçkin askerlerinden biriydi. İşlek bir zekâsı ve çabuk kavrama özelliği vardı. Kararını hemen ortaya koymaz, ileri sürülebilecek düşünce ve görüşlere karşı bir cevap ve fikir saklardı. Almanların düşüncelerini açıkça söylemelerini pek akıllıca bir hareket saymazdı. Bende Doğu’ nun iyi yetişmiş tipik insan örneği izlenimini bıraktı. Son altı hafta içinde yarbaylıktan Genelkurmay Şube Müdürlüğü görevine, buradan da generalliğe ve ordu komutanlığına yükselmişti. Enver, onun yeteneğini takdir ediyor, ama İstanbul’ dan uzakta kalmasını istiyordu.
Bu ağır yenilgi, elden geldiği kadar gizli tutuldu. Bu konuda konuşmak yasaktı. Emre rağmen yine de konuşanlar olursa, bunlar tutuklanıyor, cezaya çarptırılıyordu. Sanırım Almanya’ da da bu konuda bilinenler çok azdı. Felâketle sonuçlanan bu harekât dolayısıyla Enver’ le aramızda üzülerek söyleyebilirim ki çeşitli çatışmalar oldu.
Enver, daha İstanbul’ a gelirken telgrafla 5. Kolordunun 3. Orduyu güçlendirmek için vapurla Trabzon’ a gönderilmesini emrediyordu. 5. Kolordu, benim komutanı olduğum 1. Orduya bağlıydı ve Üsküdar yakınında bulunuyordu. Bana göre bu kış mevsiminde 5. Kolordu Kafkas Cephesi’ nde bir şey yapamazdı. Ama İstanbul’ a karşı bir Rus-İngiliz ortak hareketi yapılırsa, burası için kuvvet çok gerekliydi. Kafkasya’ da uğranılan bu yenilgiden sonra İtilâf devletlerinin uygulamaya geçecekleri çeşitli plânlar olabilirdi. Bu nedenle 5. Kolordunun Kafkasya’ ya gönderilmesine engel oldum. 5. Kolordu İstanbul’ da kaldı, ama Enver’ le aramız da çok açıldı.
Aramızda bir anlaşmazlık daha oldu, ama bunun çözümü Türk usulünce gerçekleşti.
Enver, Kafkasya’ dan dönerken ordulara Sivas’ tan 20 Ocak tarihinde bir emir gönderdi. Emirde, orduların yalnız kendisi tarafından yazılmış emirlere uymak zorunda olduğunu, öteki makamlardan gelenlere önem verilmemesini bildiriyordu. Bana verilen ve sanırım biraz da hatalı olan çeviri metninde aynen şöyle deniliyordu: “Benden başka hiç kimse, hiçbir sebeple bu makamlara (donanma ve ordu) emir veremez. Başkasının vereceği bütün emirler, yerine getirilmeyecektir.”
Bu garip emrin neden verildiğini bilmiyorum. Fakat bu emir geçerli olduğu sürece, bir Türk ordusunun tarafımdan yönetimi söz konusu değildi. Bu, Türk usulü bir sorun olduğu için, yine Türkler tarafından çözümlenmesi gerekirdi. Bu nedenle sorunu, 21 Ocak tarihinde bir üst makam olan Sadaret’ e yazıyla bildirdim. Sadaret, Harbiye Nazırı Vekili sıfatıyla Levazım Dairesi Başkanı İsmail Hakkı Paşa’ yı karşıma gönderdi.
Hayatta pek çok düşman kazanmış, aleyhinde pek çok sözler söylenmiş olan bu paşa, İttihat ve Terakkinin belli başlı kişilerinden biriydi. Yüzünün görünüşü Moğol tipini andırdığından, zeki ve keskin gözleriyle kurnaz bir Çin tüccarını anımsatırdı. Durumunda bir çekingenlik görünürse de, gerçekte çok kararlı ve enerjik bir adamdı. Yemen’ deki bir çatışma sırasında bir bacağını kaybettiği için yerine tahta bacak takılan İsmail Hakkı Paşa’ yı Araplar ‘Karabiber’ lakabıyla anıyorlardı.
Bu Paşa, Osmanlı Devleti’nin o zamanki uçsuz bucaksız, yolsuz ve araçsız topraklarında, en uzak sınırlarda bulunan ordulara giyecek ve yiyecek yetiştirmekle yükümlüydü. Bu işi nasıl yapardı, bilmek güçtür. Her tarafta yalanlar söylendiğini, hırsızlıklar yapıldığını biliyordu. En büyük meziyeti, ülkenin neresinde ve ne bulursa hemen el koyup ordu adına alabilmesiydi.
Çok ilgi çekici bir örnek vereyim:
Alman İmparatoru tarafından Enver’ e armağan olarak gönderilen bir otomobile, o zamanki adıyla ‘tekâlif-i harbiye eşyasıdır’ diye İsmail Hakkı Paşa el koydu. Bir başka olay: Çanakkale’ye geldiğim zaman bana armağan olarak bir sandık içinde altı şişe şarap getirdi. Bunları açtığımızda, daha önce bana Almanya’dan armağan olarak gönderilen ve yine İsmail Hakkı Paşa tarafından el konulan mallardan olduğunu görerek hayretler içinde kaldık. Tam olarak düzensiz koşullar altında çalışan Osmanlı Genel Karargâhının parçalayıp her tarafa gönderdiği birlik, eşya ve malzeme de dikkate alınırsa, İsmail Hakkı Paşa’ nın hangi koşullar altında orduya nasıl hizmet ettiği daha iyi anlaşılır.
İsmail Hakkı Paşa’ nın aynı zamanda İttihat ve Terakki Partisinin veznedarı sıfatıyla Enver’ in emlâkine ve alışverişine karıştığı ve bu yoldan kendisi için de servet yaptığı söylenirse de, bu doğru değildir. Bu işlerde yalnız aracılığı vardır.
İsmail Hakkı Paşa’ yı her zaman kötüleyenler ve suçlayanlar, onun hangi koşullar altında çalıştığını bilmezler. Herkes en çok altı saatlik bir çalışmadan sonra dairesini terketmesine rağmen, İsmail Hakkı Paşa Harbiye Nezaretinde gece yarılarına kadar çalışan çok az görevliden biriydi.
İsmail Hakkı Paşa, önce Enver’ in telgrafının yanlış çevrildiğini ileri sürdü. Bu olasılığın akla gelebileceğini, ama ne var ki 2. Ordudan gelen çevirinin de aynı olduğunu söyledim ve emrin geçersiz sayılması konusunda direttim. Levazım Dairesi Başkanı bana doyurucu bir karşılık veremedi ve saygıyla yanımdan ayrıldı. Yazı masamın üzerine bir kutu bırakmıştı. Bunu yaverimle arkasından gönderdim. Benim olduğunu bildirerek geri vermiş. Açtık, içinden Murassa Osmanlı Nişanı çıktı. Şikâyetim bir çözüm yoluna bağlanmadı, ama Enver’ in emri de yerine getirilmedi.
Üçüncü bir çatışma, Enver’ in dönüşünden sonra oldu. Askerî Kurulun Başkanı olarak ve Alman subaylarının onurunu koruma çabasıyla, Enver’ in Kurmay Başkanı sıfatıyla Kafkasya’ ya gidip büyük yenilgiye neden olanlardan von Bronsart’ ın bu görevinden alınarak bir birliğe komutan atanmasını istedim. Bunu Enver’ e yazdım, Alman makamlarına da duyurdum. Enver, Kurmay Başkanının yerinde kalmasını istedi. Almanya’ dan da bir karşılık alamadım. Bu konuda bir değişiklik olmadı.
Osmanlı Genel Karargâhı, kasım ayında Suriye’ de bir ordu kurulmasına karar verdi. Bu ordu, hem Süveyş Kanalı’ na gönderilecek askerî kuvveti oluşturacak, hem de öteki kuvvetleriyle Suriye ile Filistin kıyılarını koruyacaktı. Bu yeni ordunun komutanlığına Bahriye Nazırı ve 2. Ordu Komutanı Cemal Paşa getirilmiş ve adına da 4. Ordu denmişti. Cemal Paşa, Albay von Frankenberg’ i kurmay başkanı olarak seçti ve kalabalık bir subay topluluğuyla Şam’a hareket etti. Çok değerli ve yetenekli bir subay olan von Kress -ki daha Eylül ayında Şam’ daki 8. Kolorduya atanmıştı- Cemal Paşa’ nın emrine giriyordu. Bu Alman subayı, Kanal bölgesinde yapılacak çok güç hareketi, 7. Kolordunun kurmay başkanı olarak plânlamış ve sonra da komutan olarak plânı uygulamıştı. Bu hareketin başarısızlıkla sonuçlanmasının kesin olacağını daha önce anlatmıştım. Yaklaşık 1600 kişilik bir Türk birliğiyle Mısır ele geçirilemezdi. Fakat her zaman çok iyi bir basan olarak anılacak bu harekette, Türk birliği yedi günlük Tih Sahrası yürüyüşünü yapmış, Süveyş Kanalı kıyısındaki İsmailiye’ ye ulaşmıştı. Yalnız geceleri yapılan yürüyüşler dolayısıyla birlik İngilizlere görünmemiş ise de, İngilizlerin geniş casus ağı içinde, Türk birliklerinin çölün doğusunda toplandığından haberleri olmuştu. İngilizler, bu birliklerin zayıflığını bildiklerinden pek önem vermemişlerdi. Bu kuvvetle Mısır’ a taarruza geçilebileceğine akılları yatmıyordu. Türkler, Kanal’ a 25 kilometre yaklaştıkları halde, İngiliz subayları -Türk keşif kollarının da gördüğü gibi- rahatlıkla futbol oynamaya devam ediyorlardı,
2/3 Şubat gecesi, iyi şekilde düzenlenen ve Kanal’ ı geçmek için gerekli araçlarla donatılan Türk tümeni, Kanal’ ın doğu kıyısına ulaşmayı başardı. Kanal’ ın korunmasıyla görevli zayıf İngiliz müfrezeleri, ilk savunma ateşini açınca, Osmanlı Ordusundaki Arap askerleri paniğe kapıldılar. Bunların kayıklara bindirilmiş bir kısmı, kendilerini suya attılar, ötekiler de kıyıya taşıdıkları tombaz ve salları bırakarak kaçtılar. Ateş açılır açılmaz İngiliz destek kuvvetleri de olay yerine yetiştiler.
Kanal’ ın batı kıyısına ulaşabilen yaklaşık iki Türk bölüğü kısmen yok edildi, kısmen de tutsak alındı. Ateş açılmasından yarım saat sonra Kanal’ ın Mısır tarafında kalan kıyısı o derece desteklendi ki, artık bir geçme girişimine daha olanak kalmadı.
Üzerlerine her yöne dönebilen toplar yerleştirilmiş İngiliz zırhlı trenleri hemen bu bölgeye gönderilmişti. Aynca beş İngiliz savaş gemisi de Timsah Gölü’ nden ve Büyük Acı Göl’ den, Kanal’ ı yandan ateş altına almışlardı.
Kanal’ a hücum eden birlik, 3 Şubat akşamına kadar ele geçirdiği yerleri koruyabildi. İngilizlerin sağ kanattan yaptığı bir saldırıyı durdurabildi. 3 Şubat günü öğleden sonra saat 4’te 8. Kolordu Komutanı, -ki gerçekte ertesi sabah ve 10. Tümenin de katılmasıyla bir hücum daha yapmak için kararlıydı- İngilizlerin sürekli destek almaları üzerine Kurmay Başkanı von Kress’ e hemen geri çekilmesi için emir verdi.
Düşmanla teması kesme ve geri çekilme düzen içinde yapıldı ve tümen, önce İsmailiye’ nin 10 kilometre kadar doğusundaki bir karargâha çekildi.
Düşman saflarındaki Hint ve Sudan birlikleri de bir başarı gösteremediler. Seferi kuvvet, büyük kayıplar vermeden geri çekilebildi. İngilizler, harekete geçmek için uzun bir hazırlığa gerek görüyorlardı. İzlemek için çöle girmek gerekiyordu. İngilizlerin planında ise bu yoktu. Harekete geçmek için çok zaman geçirdiler.
- Ordu için bu keşif niteliğindeki taarruzun büyük önemi vardı. Çölü geçmenin birlikler için ne kadar güçlükler yarattığı ortaya çıkmıştı.
- Ordu Komutanlığı, ileri sürdüğü birliklerin Elariş-Kalatülnahl hattında kalmasını kararlaştırdı. Bu hareketli kollarla Kanal bölgesinde bir güvensizlik ortamı yaratılacak ve gemi nakliyatı tedirgin edilecekti.
Asıl kuvvetlerden 8. Kolordu Hanıyunus ve Gazze’de, 10 Tümen Birüssabi’ de, Hicaz Tümeni de Maan’ da kalacaklardı.
Türklerin Kanal’ a kadar sokulmaları olanağı ortaya çıkınca, İngilizler bu bölgede çok önemli savunma düzenleri aldılar. Bu nedenledir ki, Kanal’ a ulaşmak için sonradan yapılan girişimler, birincisinden çok daha büyük güçlüklerle karşılaştı. Ve yine bu nedenledir ki, bundan sonra ancak küçük müfrezelerle ve bağımsız enerjik birliklerle Kanal’ a ulaşmak söz konusu oldu.
1914/1915 kışına girildiği sıralarda İstanbul’ a özel askerî heyetler gelmeye başladı. Bunlardan biri Afganistan’ da, öteki Şattülarab’ ın denize döküldüğü bölgede görevlendirilmişti. Sonraları bir de İran’ da görevli ayrı bir heyet geldi. Bunlar çok geniş, fakat açıklıktan yoksun plânlarla gönderilmişlerdi. Çok paraları vardı. Bunları Berlin’ deki Hariciye Nezareti gönderiyordu. Bu nedenle de Alman Sefaretine ve Ataşemiliterine bağlıydılar. Gönderilen kimselerin hemen hepsinin subay olmasına rağmen, bizim Askerî Kuruldan bunlar için görüş alınmadıği gibi, gönderilme nedeni konusunda da bize bilgi verilmemişti.
Bana göre, bu heyetlerin gönderilmesi yanlıştı. Eğer fikrim sorulsaydı, gönderilmemelerini söylerdim. Çünkü, çok önceleri bu ülkelere gitmiş değerli kişiler bile savaş için yararlı işler yapamazlardı. Yararlı iş görmek için, heyetlerle birlikte askerî birlikler de göndermek gerekirdi. Oysa buralara ancak Türkiye birlik gönderebilirdi. Bu durumda ise Türk çıkarlarıyla hiçbir zaman bağdaşmayan Alman çıkarları çatışacağından, sonunda bizim Türkiye’ye uymamız gerekecekti.
Öte yandan kendi ülkelerini savunma çabası içindeki Türklerin, hiçbir başarı göstermeyen hatalı yönlere yönelmelerine neden olacaktık. Nitekim bu heyetlerin hiçbiri, bütün özverilere karşın, başarılı olamamıştır.
1914 yılı sonu ile 1915 yılı başlangıcında, Türk savaş alanları için verilecek haberlerden biri de Türklerin 1915 0cak ayında Tebriz’ e, yani tarafsız İran’ a girmiş olmalarıdır.
Bundan önce, 22 Kasım 1914′ te, İngilizler Basra şehrine girdiler ve Fırat ile Dicle’ nin birleştiği Gurna’ ya kadar ilerlediler, 9 Aralıkta buraya yerleştiler. 3 Haziran 1915′ te ise beklenmeyen bir saldırıyla Amara şehrini aldılar. Bağdat’ taki Alman Konsolosu, o sıralarda bu şehirde yaşayan Almanlar için Bağdat’ ı tehlikeli bir yer olarak görmüyordu.
1915 YILI
VII
ÇANAKKALE KARA MUHAREBELERİNDEN ÖNCEKİ GÜNLER
1915 yılının başlamasıyla birlikte, dikkatlerin gittikçe artan bir ölçüde Çanakkale’ye çevrildiği görüldü. Her yandan ve özellikle Atina’ dan, düşmanın amacı, gemi harekâtları ve birliklerin taşınması konusunda haberler gelmeye başladı. Bir İngiliz-Fransız filosunun Çanakkale Boğazı’ nı zorlayarak İstanbul’ a girmesi olasılığı üzerinde duruluyordu.
Türk Genel Karargâhı. Boğaz üzerinde emir ve komuta yetkisini pek açık bir biçimde düzenlemiş değildi. Önceden de açıklandığı gibi Amiral Usedum, Çanakkale ve Karadeniz boğazlarının başkomutanı idi. Türk Genel Karargâhının temsilcisi olarak Alman Amirali Merten de Çanakkale’ de bulunuyordu. Müstahkem Mevki Komutanı Albay Cevat Bey idi. Bu albayın emrinde Gelibolu Yarımadasının güneyindeki ve Boğaz’ ın Asya kıyısındaki birlikler bulunuyordu, Yarımadanın ortasındaki ve kuzey bölgesindeki birlikler ise benim komutam altındaki 1. Ordunun 3. Kolordusuna bağlıydı. Türk Genel Karargâhı da Boğaz üzerinde bazı yetkileri elinde bulunduruyordu, İngiliz ve Fransız filolarının Boğaz’ ı zorlayarak geçmeleri durumunda, burada 1. Ordu Komutanı olarak öyle önlemler almıştım ki, filonun İstanbul önünde uzun süre kalması kendisine çok pahalıya mal olacaktı. Yeşilköy’ den Sarayburnu’ na kadarki kıyı şeridi ile Asya yakasına ve Adalar’ a çeşitli bataryalar yerleştirilmiş ve bunların çapraz ateşiyle filonun zor duruma düşürülmesi tasarlanmıştı. Aynı zamanda bu kıyılarda gezici müfrezeler görevlendirilecek ve gerilerde yedekler bulunacaktı. Ayrıca Marmara’ da Göben ve Breslav ile Türk Filosunun, Boğaz’ ı zorlaması sırasında zayıflayacak Müttefik filosuna karşı koyması da söz konusuydu.
Benim düşünceme göre Müttefik Filo, Boğaz’ ı zorlayıp geçse ve Marmara’ daki çatışmayı kazansa bile, Çanakkale Boğazı’ nın bütün kıyıları kuvvetli düşman birlikleri tarafından işgal olunmadıkça Marmara’ da rahatlıkla kalacak bir duruma ulaşamazdı. Çünkü Çanakkale Boğazı kıyılarına Türk birlikleri egemen olduğu sürece, yiyecek ve kömür eksiklerini tamamlaması olanaksızdı. Bunların şehirden sağlanması için Müttefik filonun buraya asker çıkarması ise alınan önlemler karşısında mümkün değildi.
Çanakkale’ de tam bir zafer kazanabilmenin koşulu, ya filonun denizden hücumu sırasında ya da daha önceden buraya kara birliklerinin çıkartılması ve bu birliklerin filoyla birlikte hareket etmesiydi. Boğaz’ ın filo tarafından zorlanarak geçilmesinden sonra karaya çıkarma yapmak -önüne çıkan öteki zorluklarla uğraşması dolayısıyla- filonun topçu ateşi korumasından yoksun kalması demekti.
İstanbul’ un bir İngiliz-Fransız filosu tarafından işgali, ancak Karadeniz Boğazı ağzına aynı zamanda bir Rus çıkarmasıyla mümkündü. Üç müttefikin böyle bir harekete başlaması İstanbul’ un düşmesiyle sonuçlanabilirdi.
Bununla birlikte, böyle bir Rus çıkartmasına karşı da önlemler alınmıştı. Karadeniz Boğazı’ nın iki yakasına da bataryalar yerleştirilmiş ve gezici müfrezelerle savunma önlemleri alınmıştı. Yeşilköy yakınlarına yerleştirilmiş 6. Kolordu, böyle bir çıkarma olasılığına karşı burada tutuluyordu. Bu kolordu, büyük gece eğitimleriyle bu amaca göre yetiştirilmişti. Gece alarmları, başlangıçta çok zaman alıyordu, ama sonraları birlik bu iş için tam yetişmiş duruma geldi.
Bu nedenle daha 27 Eylül 1914′ te, Alman Genel Karargâhının bir sorusuna telgrafla verdiğim karşılıkta dedim ki, “İstanbul’daki askerî makamların Çanakkale Boğazı’ nın tehlikede olmasından dolayı korku içinde bulundukları haberi tamamen asılsızdır. Buna karşı gereken önlemler alınmıştır.”
Türkiye’ ye -Askerî Kurul dışında- yüksek rütbeli Alman subayı olarak adı geçen amirallerden başka Mareşal von der Goltz da gelmişti. 12 Aralıkta İstanbul’ a gelen mareşal, Belçika Genel Valiliğini bırakmış, sultanın yaverliği görevini kabul etmişti.
Mareşal, Türkiye’ de çok iyi tanınıyor ve çok seviliyordu. Ömrünün 18 yılını bu ülkenin ordusunu yetiştirmeye harcamıştı. Yüksek rütbeli Türk subaylarının çoğu onun öğrencisiydi. Mareşal de, Başkomutan Vekili Enver’ i, “genç dost” diye adlandırıyordu.
Padişahın ‘yaver-i has’ı olmak, von der Goltz gibi çok tanınmış bir insan için geçici bir görev sayılırdı.
Mareşale, Harbiye Nezaretinde bir oda ayrıldı ve kendisi de az sonra Türk Genel Karargâhı kurmayındaki görüşmelere katılmaya başladı.
Kafkas cephesindeki felâket yüzünden Enver’ le aramda başgösteren anlaşmazlıklar, zamanla daha da arttı ve onda beni İstanbul’ dan uzak bir yere gönderme isteği yarattı. Bu nedenle 1915 Şubatı ortalarında bana Erzurum’ daki 3. Ordu Komutanlığını önerdi. 3. Ordu Komutanı olarak Erzurum’ a gönderdiği Hafız Hakkı Paşa, lekeli tifüse yakalanarak 12 Şubatta ölmüştü.
3.Ordunun çok az kalmış kuvvetine şimdi 20 bin yeni asker ekleniyordu. Ama bu cephede daha aylarca bir harekât yapmaya olanak yoktu.
Bu yeni görevi kabul etmedim, bu konuda Almanya’ ya da bilgi verdim. Alman Sefiri de benim görüşümü paylaşıyordu.
Kış felâketinin maddî ve manevî sonuçları konusunda önceden verdiğim yargıda ne kadar haklı olduğumu aşağıdaki haberler doğruluyordu:
Trabzon’ daki Alman Konsolosu Dr. Bergfeld 2 Martta şu haberi veriyordu: “Şehrin bütün hastaneleri lekeli tifüs hastalarıyla doludur. Bulaşıcı hastalık hemen hemen bir âfet durumunu almıştır. 900-1000 kadar hasta askerden her gün ölenlerin sayısı 30-50’dir.”
Kızılhaç doktorlarından Colley ve Zlosisti, 3 Martta Erzincan’ da şunu bildiriyorlardı: “Her türlü sağlık önleminin noksanlığı yüzünden yardım yapılamamakta, Türk askerleri ve Almanlar görülmemiş derecede büyük zayiat vermektedirler.”
3.Ordu Kurmay Başkanı Binbaşı Guse, 25 Mayısta şöyle yazıyordu: “Talimgahlardan gönderilen erlerden ancak çok azı birliklerine ulaşabiliyor. Hastalık, beslenme ve barınma koşullarının kötülüğü, kaçaklar, gelenlerin sayısını çok azaltıyor.”
2 Haziran 1915′ te Erzurum’ daki Alman Konsolosluğu telgrafla bildiriyordu: “Erzurum’ daki ordugâhta toplanan askerlerin üçte biri hastadır. Öte yandan diğer üçte biri de orduya gelirken yolda firar etmektedir.”
Bunlara benzer daha bir sürü haber geliyordu. Bereket, 3. Ordunun uğradığı felâketten sonra Ruslar uzun zaman saldırıya geçemediler.
Enver’ in Kafkasya’ dan dönüşünden sonra, Anadolu’ nun Çanakkale ile İzmir arasındaki kıyı savunma düzenini denetlemek için 29 Ocak günü bir geziye çıktım. İlk vardığım yer Edremit’ ti. Buraya Balıkesir’ den otomobille geldim.
Böylece, Anadolu’nun bu dağ yolundan ilk kez otomobil geçmiş oldu. Bu otomobil yolculuğu, derin kayalar üzerine pek ilkel biçimde yapılmış köprüler üzerinden yapılıyordu. Yanımdaki uzman İstihkâm Binbaşı Effnert, bu köprülerin sahra topçusunun ağırlığına bile dayanamayacağını söyledi. Denetlemeden sonra ilk kez bir Türk evine konuk edildik. Ev sahibi, zengin bir zeytinyağı tüccarıydı. Ev sahibinin oğullarının yemek sırasında sofrada oturmayıp konuklara hizmet etmelerine çok şaştım.
Ertesi sabah Ayvalık’ a giderken Kemer (Burhaniye) köprüsünden geçmek zorundaydık. Bu köprü daha önce bir çay tasmasıyla yerinden sürüklenmişti. Tam o zamandaki Türk anlayışına uygun olarak, hiçbir hükümet görevlisi bu köprüyle ilgilenmemiş ve köprü, yıkık durumda bırakılmıştı. Bunu da yine Alman istihkâm erleri iyi bir şekilde yapmak zorunda kaldılar. Otomobilimiz çaydan mandalarla çekilerek geçti. Biz de yüksek manda arabaları içinde çayı aştık. Halk, bu çeşit güçlüklere alışıktı. Yoluna devam etmek isteyen herkes, başının çaresine bakmak zorundaydı. Ondan sonra yolculuğumuz bütün gün şahane zeytin ormanları arasında devam etti. Bu zeytin ormanları, Anadolu’ nun bu bölgesini verimli ve zengin bir duruma getirmişti. İçinden geçtiğimiz zengin Rum köylerinde delikanlılar ve okul çocukları, bayramlık giysileriyle yol boyunca sıralanmışlardı.
Türk hükümeti, anlaşılması güç sert önlemlere başvurarak bu Rumların mallarının bir kısmını ellerinden aldı. Sıkı bir jandarma baskısı altında tutulan Rumlar, zamanla kıyı bölgesini terk ettiler.
Sonraları ismi çok geçen Ayvalık’ a bu benim ilk gelişimdi. Bölgeyi denetlemek için buraya sonra bir daha geldim. Liman komutanı, bana limanın kaçakçılığa kapatılması konusunda açıklamalarda bulundu ve limanı gezdirdi. Bu komutan, çevredeki adalara kaçakçılığın yapılabilmesi için kasten açık bırakılan geçitlerden birini de hiç çekinmeden bana gösterdi. Tamamen Türkiye’ nin iç işleriyle ilgili bu konuya karışmadım.
Birdenbire kar fırtınası başladığından, dönüşümüzde Edremit ile Balıkesir arasındaki geçitte çok zorluk çektik. Saatlerce kar altında yaya olarak yol alırken, otomobilimiz de çevre halkının yardımıyla yavaş yavaş ilerliyordu.
Tekrar Balıkesir’ e gelip demiryoluna kavuştuğumuz zaman, yol üzerindeki bir dağın çöküşüyle yolun kapandığını haber aldık. Bu nedenle katara bir işçi müfrezesi de alarak yola çıktık. Yolumuzu bunlara temizleterek açtık. Marmara kıyısındaki Bandırma limanına geldiğimizde, bizi İstanbul’ a götürecek olan gemiler buradan ayrılmıştı. Bu yüzden İstanbul’ a düşündüğümüzden çok sonra varabildik.
Bu kısa denetleme gezimi, 1915 yılında Türkiye’ nin en güzel ve bayındır yerlerinin ne durumda bulunduğunu göstermek için anlatıyorum. Türkiye’ de tarım ve ulaştırmanın geliştirilmesi için makaleler yazan İstanbul’ un geçici ziyaretçileri, bunları Pera Palas Oteli’ nin salonlarında pek anlayamazlar.
Bu gezi sırasında perde arkasında oynanan ve kulağıma daha sonra gelen bir oyun, bana, Almanların Türkiye’ de ne çeşit iftiralara uğradığını öğretti: O yılın yazında ve Çanakkale savaşları başladıktan sonra. Alman Sefirinden bir mektup aldım. Mektupta bildirdiğine göre, Yunan Kralı Konstantin, Edremit’ te bulunduğum sırada bu şehrin belediye başkanına, “Buradaki bütün Rumlar, denize dökülmeyi hak etmişlerdir” deyip demediğimi soruyormuş. Edremit’ teki kısa ziyaretim sırasında Belediye Başkanı ya da buna benzer bir kişiyle karşılaşmadığım ve konuşmadığım gibi, hiç ilgim olmayan Rumlar hakkında da bir fikir belirtmiş değildim. Bu nedenle birkaç kısa cümle ile bu utanmazca yalana cevap verdim. Türkiye’ de askerî bir makamda görev yapan her Alman, böyle iftiralara uğrayabilir. Yalnız partilerin mücadele aracı olan bu tip iftiralara, gerçekte o ülkede kimse değer vermez. Türk üniforması taşıyan bir yabancı general olarak birçok bağnaz Rum tarafından hoş görülmemem çok doğaldı.
3.Tümene padişah tarafından sancak verilmesi dolayısıyla 15 Şubatta Dolmabahçe’ de bir tören düzenlendi. Törenden sonra bütün birlikler pencere önünde oturan Sultanın önünden bir geçit yaptılar. Başkomutan Vekili Enver’ in bu törene birkaç saat geç gelmesi, biraz rahatsız olan padişahı ve törene katılan öteki ilgilileri çok tedirgin etti. İleri gelen İttihatçıların bu çeşit kendini bilmez davranışlarıyla padişah çok kere karşı karşıya kalıyordu. Akıllı ve yaratılış olarak da hareketli bir kişi olan Talat, bu konuda tek örnek, tek ayrıcalıklı devlet adamı oluyordu.
İngiliz ve Fransız filoları yavaş yavaş Çanakkale Boğazı önünde toplanmaya başladılar. Limni, İmroz, Tenedos adalarını kendilerine üs yaptılar ve bu adalarda gerekli diğer askerî tesisleri de kurdular.
Düşman savaş gemilerinin top atışları, başlangıçta Çanakkale Boğazını kapayan Kumkale ve Seddülbahir bataryalarını yok etmek amacını güdüyordu. Bu sırada doğal olarak savaş gemilerinin uzun menzilli topları, eski ve kısa menzilli Türk kıyı bataryalarının etki alanı dışında kalıyor ve bunların atışlarından zarar görmüyordu. Bu çatışmalarda iki tarafın kullandığı araçlar çok farklı olduğundan, sonuç önceden belliydi. Atışlar kısa süre devam ettikten sonra, Türk kıyı bataryaları ve istihkâmları bir yıkıntı durumuna geliyordu.
Düşmanın birkaç kere karaya bahriye erleri çıkararak Seddülbahir’ i baskınla ele geçirme girişimi başarıya ulaşmadı. Çünkü ağır bombardımanlara rağmen bir miktar Türk askeri mermilerin yetişemediği yerlerde kalıyor ve karaya çıkanları geri püskürtüyordu.
Türk Genel Karargâhı Şubat sonlarına doğru düşman filosunun Boğaz’ ı geçme olasılığını dikkate almaya başlamış ve Sultanla çevresi, mülkî ve askerî makamlar ve hazine için önlemler almaya girişmişti. Düşman filosu başarıya ulaşır ve Boğaz’ ı geçerse, bütün bunlar Anadolu yakasındaki bazı yerlere taşınacaktı. Bu gibi önlemler almak doğru ve yerindeydi. Fakat Türk Genel Karargâhı, düşman filosunun 20 Şubattan 1 Marta kadarki zaman içinde Boğaz’ ı geçeceğini kabul ettiğinden, alınan askerî kararlar tam anlamıyla bir felâketti. Bu emirler tam olarak uygulansaydı, Almanya ve Avusturya daha 1915 ilkbaharında savaşa Türkiye’siz devam etmek zorunda kalacaklardı. Çünkü bu emirlere göre Türkiye, Çanakkale Boğazı’ nı âdeta terk ediyordu. 20 Şubat tarihli emirle 1. Ordu ile 2. Ordunun konumu değişiyor, 1. Kolordu birlikleri parçalanıyordu. Asıl önemlisi, düşman filosu Çanakkale’ yi yararak Marmara’ ya girerse, 1. Ordu Marmara’ nın kuzey kıyısında ve 2. Ordu güney kıyısında Boğazları ve Marmara Denizi’ ni savunacaktı. İki ordunun bölgelerini ayıran çizgi, Çanakkale Boğazı’ nın giriş noktasından başlıyor ve Boğazı izleyerek Marmara Denizi’ ne geliyor, onun ortasından Karadeniz Boğazı’ nın kuzeydeki çıkış noktasına ulaşıyordu. 1. Ordu güneye, 2. Ordu kuzeye doğru cephe alacaktı. Böylece Gelibolu yanmadasının dış kıyısı ve üzerindeki tepelerle Çanakkale Boğazı’ nın Anadolu yakası savunulamaz duruma geliyordu. Bu, akla gelebilecek en zayıf savunma önlemiydi.
23 Şubat tarihinde Enver’ e bir yazı yazdım ve yeni verilen emirle alınacak önlemlerin, düşünülmeyecek felaketler getirebileceğini bildirdim. Bu yazıda dedim ki, “Bir Türk ordusunun Çanakkale Boğazı’ nda İngiliz ve Fransızlara karşı, diğer bir Türk ordusunun da İstanbul’ da ve Karadeniz’ den gelecek Rus çıkarmasına karşı görevlendirilmesi gerekir. Orduların cephesi, kuzey ve güney değil, ancak doğu ve batı olabilir.”
25 Şubatta Enver’ in cevabını aldım. Enver, tek sözcükle olsun gerekçe göstermeden, benim görüşümü paylaşmadığını bildiriyordu.
1 Martta Türk Genel Karargâhı emirler göndermeye başladı. Buna göre, Edirne’ deki 2. Kolordu Çatalca’ ya alınıyor, Bandırma-Balıkesir bölgesinde bulunan 4. Kolordu ise İzmir Körfezi çevresine gönderiliyordu. Oysa gerçekte bu iki kolordu, bulundukları yer olarak Çanakkale Boğazı’ na en yakın birliklerdi ve bir çıkarma hareketi karşısında ilk yardıma koşacak olan bunlardı.
Enver’ in bu yersiz ve zararlı emirleri beni tedirgin ediyordu. 1 Mart tarihinde, bu kararların değiştirilmesine yardım “etmeleri için Alman Sefaretine ve Askerî Kabine Şefi aracılığıyla Alman İmparatoruna başvurdum. Bu iki makam, benim görüşümün uygulanması için ne yaptılar bilmem. Fakat herhalde birşeyler yapmış olacaklar ki baştan sona hatalı olan söz konusu kararlar hiç uygulanmadı.
Düşman filosunun Çanakkale Boğazı’ na karşı giriştiği harekât, mart ayında en yüksek noktasına vardı ve 18 Mart günü denizden yapılan saldırının başarıya ulaşamaması üzerine durdu.
1 Mart’ta beş İngiliz savaş gemisiyle birkaç torpido Boğaz’ ın güney-güneybatı kısmına girdiler, Erenköy ile Halilli önlerindeki Türk obüs bataryalarını akşama kadar bombardıman ettiler. Bu bataryalar Albay Wehrle komutasındaki 8. Ağır Topçu Alayı’ na bağlıydı ve 1. Ordu’ dan Boğaz Müstahkem Mevki Komutanlığına verilmişti. Bu bataryalar, Asya ve Avrupa kıyılarındaki tepeler üzerine gruplar halinde mevzilendirilmiş, cesur ve bilgili komutanların becerikli yönetimi altında çok başarı göstermişlerdi. Düşman gemileri còìtere bu alayın gerçek bataryalarından başka, sık sık yerleri değiştirilen sahte bataryalara karşı da ateş açıyorlardı.
1 Mart’tan sonra düşman filosu, çok kere 4-5 dizi savaş gemisiyle hemen her gün saldırıda bulundu. Düşman filosunun Boğaz’ a en büyük saldırısı 18 Mart günü yapıldı. Albay Wehrle’ nin raporuna göre, bu saldırıya 16 büyük savaş gemisi katılmıştır. Bunlar ilk sıra halinde Boğaz’ a girmişler ve Boğaz Müstahkem Mevkii tabyalarını sabah saat 10.30′ dan başlayarak akşamın 7.00′ sine kadar bombardıman etmişlerdi.
Büyük cephane harcanmasına rağmen, düşman filosunun elde ettiği başarı fazla bir şey değildi. Çok zayiat verdiremediler. Kanlı savaşlar sonunda tabya ve bataryalardaki şehit sayısı, Müstahkem Mevki Komutanı Albay Cevat Bey’ in raporuna göre 200′ ü geçmiyordu. Buna karşılık düşman zayiatı ciddi ve ağırdı. Albay YVehrle ve emrindeki komutanların gözetlemelerine göre Bouvet, Irresistible ve Ocean zırhlıları batmış, pek çok savaş gemisi de yaralanmıştı. Kurtarma çalışmalarına katılan pek çok savaş gemisi de batırılmıştı. Özellikle Hamidiye Tabyası’ nın -Yüzbaşı Vassidla komutasında- atışları çok etkili olmuştu. Türkiye’ de torpil uzmanı olarak çalışan Üsteğmen Ceehel’ in Erenköy Körfezi’ ne 18 Mart’ tan az önce yerleştirdiği mayınların da bu sonuçta rolü olsa gerektir.
Düşman filosu geri çekilmek ve bu girişimden vazgeçmek zorunda kaldı. 18 Mart, Çanakkale Müstahkem Mevki ve Boğaz Komutanlığı için bir onur günüdür ve öyle kalacaktır. Düşman, filo zorlamasıyla bu boğazı geçmeye bir daha girişmedi.
Denizden zorlamayla İstanbul’ a varılamayacağı İtilâf devletlerince artık anlaşılmıştı. Fakat bence, bu derece değerli bir plan da kolayca kaldırılıp rafa konulamazdı. Bu durum, ne İngilizlerin enerjilerine, ne de her tarafta gösterdikleri çalışmalarına uygun düşerdi. Onların büyük bir çıkarma hareketine daha girişmelerini beklemek gerekirdi.
Martta bu amaçla büyük bir kuvvetin hazırlanmakta olduğu haberleri gelmeye başladı. Çok kere Atina, Sofya ve Bükreş üzerinden gelen bu haberlerin birbiriyle çelişik durumda olmaları normaldi. Başlangıçta İmroz ve Limni adalarına getirilen İngiliz tümenlerinin sayısının 50 bin olduğu bildirildi, daha sonra bunun 80 bine çıktığı haber verildi. Buna katılan Fransız birliklerinin sayısının da 50 bin olduğu haberi alındı. Çıkarma hareketinin başkomutanlığına atanan İngiliz generali Hamilton ile Fransız generali d’Amade’ in geldikleri ve Çanakkale önündeki Provence zırhlısına yerleştikleri öğrenildi. Mondros’ ta bir çıkarma için hazırlıklar yapıldığı ve buraya her gün malzeme ve erzak çıkarıldığı haber verildi. 17 Martta Pire’ ye gelen dört İngiliz subayı, buradan peşin parayla 42 büyük kayık ve 5 römorkör satın aldılar.
Sonunda 24 Mart’ ta Enver, Çanakkale bölgesinde 5. Ordu’ nun kurulmasına karar verdi. Türk Genel Karargâhı’ na bu kararı verdirebilmek için benim harcadığım sürekli çabalara, son zamanlarda Alman Sefareti ile Amiral Suşon da katılmışlardı. Amiral von Usedum ise, Çin’ deki deneyimlerine dayanarak böyle bir çıkarmaya hâlâ olanak tanımıyordu.
VIII
ÇANAKKALE KARA MUHAREBELERİNİN İLK DÖNEMİ
24 Mart öğleden sonra geç vakit Enver telefon ederek benimle konuşmaya geleceğini bildirdi ve kendisi gelmeden önce büromdan ayrılmamamı rica etti. Az sonra Enver göründü ve gelir gelmez de Çanakkale’ de oluşturulmasına karar verdiği 5. Ordu’ nun komutanlığını üzerime alıp almayacağımı sordu. Hemen olumlu karşılık verdim ve şunu ekledim: “Oradaki birlikler hemen takviye edilmelidir, çünkü kaybedecek vakit kalmamıştır.”
Ertesi gün, 25 Mart akşamı yeni karargâhıma gitmek üzere vapura bindim ve İstanbul’ dan ayrıldım. On ay kadar İstanbul’ a dönmedim. Zaman darlığı yüzünden 1. Ordu kurmayından ancak küçük bir kısmını yanıma alabildim. Bunlar arasında Kâzım Bey (Diyarbakırlı Kâzım Paşa) ile iki Alman yaverim, Süvari Yüzbaşısı Prigge ve Süvari Yüzbaşısı Mühlmann bulunuyordu. Kurmay heyetin büyük kısmı, hemen arkadan gelecekti. Bunların hepsi, Süvari Yüzbaşı von Frese dışında, Türk subaylardı.
Alman Askeri Kurulu’ nun ileri gelenleri İstanbul’ da kaldı. Ordu Komutanlığı’ nı da Mareşal von der Goltz’a devrettim.
26 Martta Gelibolu limanına vardık ve karargâhımızı kurduk. 3. Kolordu Karargâhı da birkaç gün önce buraya gelmişti. Yanımdaki birkaç kişiyle birlikte bize gösterilen bir eve yerleştik. Sonradan bu binanın Fransız Konsolosluğu olduğunu öğrendim. Evde yalnız yuvarlak bir masa ve benim her iki odamda birer duvar aynası vardı. Öteki eşyalar, herhalde biz gelmeden önce çalınmıştı. Yatak ve diğer gerekli eşyayı kaymakam şehirden sağladı. Dört hafta sonra bu evi bıraktığımda çamaşırlarımın çoğu kaybolmuştu. Sonradan hayretler içinde duydum ki, Rumlar, benim bu evi talan ettiğimi ve eşyaları aldığımı her tarafa yaymışlar! Çanakkale Savaşı’ nda, yuvarlak bir masa ile iki duvar aynasını yanıma alıp gezdirmekten herhalde daha önemli işlerim vardı.
Gelibolu, o sıralarda gelişmekte olan bir yerdi. Biz gelmeden önce Türk görevliler birçok Rum aileyi başka yerlere göndermişlerdi. Çanakkale savaşlarının sonunda ise, düşman donanmasının ateşiyle bu şehrin pek çok yeri yıkıntıya dönmüştü.
Önümüzde iş dolu günler vardı. Birliklerin gruplaşmasıyla önemli kıyı bölgelerinin gözetlenmesi işini değiştirmek zorundaydım.
5.Ordu’nun o zaman beş tümeni vardı. Bunlar Boğaz’ ın Asya ve Avrupa kıyılarına dağılmışlardı. Tümenler, 9-12 tabur kuvvetindeydiler. Taburlar ise 800-1000 kişi kadardı.
İngilizler büyük çıkarmayı yapıncaya kadar bana dört haftalık bir zaman bıraktılar. Birliklerinin bir kısmını geçici olarak Mısır ve Kıbrıs’ a göndermişlerdi. Söz konusu dört haftalık zaman, gerekli önlemlerin alınmasına ve Albay Nicolai komutasındaki 3. Tümenin İstanbul’ dan getirilmesine yetti.
Çanakkale Boğazı’ nın gerek Asya, gerekse Avrupa yakalarında birinci derecede çıkartma tehlikesi taşıyan bölgeleri, Boğaz girişindeki kıyı parçalarıydı. Çanakkale Boğazı’ nın güneyindeki Anadolu yakası, hafifçe dalgalı verimli bir düzlükle büyük derinlikleri olan tepelerden oluşmuş bir araziydi. Kara Menderes ırmağı, birçok dönemeçlerle bu toprağı geçip denize dökülüyordu. Derinlikler, denize doğru yüksekçe bir kıyı çelengiyle kapanmıştı. Bir çıkarma harekâtında, piyade ile birlikte çıkacak topçu kuvvetleri, bu arazi dalgasından yararlanarak ve savaş gemilerindeki topların da yardımıyla doğuya doğru uzanan geniş bölgeyi etkisi altında bulundurabilirdi. Kara Menderes Irmağı ve küçük bataklıklar, modern araçlarla donatılmış bir ordu için, ilkbahar ve yaz aylarında önemli bir engel oluşturamazdı.
Çanakkale Boğazı’ nın Avrupa yakasını oluşturan Gelibolu yarımadası, yamaçlar, derin boğazlar ve keskin yarlarla bölünmüş sarp dağlardı. Bazı dağların tepesindeki fundalıklar, çayların ve çoğu yazın kuruyan derelerin kıyılarındaki kısa çamlar, genellikle çıplak olan arazinin biricik bitkileriydiler. Sulama durumuna bağlı olan tarım, yalnız bazı yerleşim yerlerinin çevresinde ve çukurlarda vardı. Saros Körfezi’nin üst kısmına doğru, yarımadanın içindeki büyük derinlikler daha verimliydi.
Şimdi asıl sorun, düşman çıkarmasının nereye yapılacağıydı. Gruplanmalar, kıyının genişliği dolayısıyla, hafif birliklerle olacaktı. Teknik açıdan kıyının birçok yerine büyük kuvvetler çıkartılabilirdi. Buraların tümünü önceden tutmak olanaksızdı. Bu nedenle kuvvetlerin yerleştirileceği bölgelerde taktik gerekçeler aramak gerekiyordu.
Çanakkale Müstahkem Mevkii’nin Boğaz’ a egemen en önemli tabya ve bataryaları güneyde, Anadolu yakasında bulunuyordu. Düşman elinde bulunan Bozcaada, bu kıyının önündeydi. Sonra bu kıyıdaki Küçük ve Büyük Beşike limanları çıkarmaya çok elverişliydi. Buralardan büyük kuvvetler kısa zamanda Türk kıyılarına çıkarılabilirdi. Tabyalar ve ağır bataryalar, yalnız deniz yönünden ilerleyecek kuvvetlere karşı mevzilendirildiğinden, Anadolu yakasının savunma düzeninin arkasına doğru yürümek, düşman bakımından büyük şans doğuruyordu. Yol durumu da buna uygundu. Bu nedenlerle, burada büyük tehlike vardı.
Gelibolu yarımadasında da üç yer, özellikle önemli ve tehlikeliydi. Birinci tehlikeli yer, yarımadanın güney ucundaki Seddülbahir ve Tekeburnu’ydu. Çünkü bu bölge, üç yandan düşman ateşine açıktı. Bir kere çıkarma yapıldı mı, uzaktan görünen ve oraya ulaşmak için başlıca bir engel taşımayan Alçıtepe düşmanı kendi üzerine çekecekti. Buraya kadar düşman, hiçbir engel ve güçlükle karşılaşmayacaktı. Bir kere burası ele geçirildi mi, Boğaz’ ın başlıca istihkâm ve bataryaları ateş altına alınabilirdi..
Çabuk ve kesin sonuç alınacak yerlerden biri de Kabatepe’ nin iki yanındaki kıyı parçalarıydı. Kabatepe’ den Marmara kıyısındaki Maydos kasabasına kadar hafif eğimli geniş bir düzlük uzanıyordu. Yassı bir tepe burayı ikiye ayırıyordu. Maydos’ un iki yanındaki yüksekliklerden Boğaz bataryaları kolayca tehlikeye düşürülebilirdi. Kabatepe’ nin kuzeyinde ise, dik yamaçlarıyla korunaklı, iyi bir çıkarma yeri olan Arıburnu vardı. Düşman asıl harekâtını Kabatepe üzerinden Maydos’ a çevirdi mi, buraya giden alçak vadiyi ateş altında tutabilmek için Arıburnu’ nu da ele geçirmek zorundaydı.
Avrupa yakasındaki üçüncü çıkarma yeri, yukarı Saros’ ta yaklaşık olarak Bolayır çizgisindeki 5-7 kilometre uzunluğundaki kıyı parçasıydı. Burası her ne kadar Müstahkem Mevki üzerinde topçu atışıyla etki yapma olanağı taşımıyorsa da, Çanakkale’ nin geleceğini etkileyecek stratejik önem taşıyordu. Buradan yarımadanın İstanbul ve Trakya ile olan bağlantısı kesilebilirdi. Düşman, Saros Körfezi ile Marmara arasındaki dar tepeleri ele geçirdi mi, yalnız 5. Ordu’ nun geriyle bağlantısı kesilmiş olmazdı, ayrıca buraya yerleştirilecek uzun menzilli toplar ve gece ışıldaklarıyla bu kıyılara egemen olabilirdi. Düşman denizaltıları -ki aralık ayından beri Marmara’ ya geçmeye uğraşıyorlardı- Boğaz’ ı aşabilirse, Marmara’ daki ikmal ulaşımı da tam olarak durabilirdi.
Elimizdeki birlikler, bu üç tehlikeli bölgeye göre gruplandırılmıştı. 5. Tümen ile 7. Tümen Saros bölgesine yerleştirilmişti. 9. Tümen ile yeni kurulan 19. Tümen Gelibolu yarımadasının güney kesimine ve 11. Tümen ile yeni gelen 3. Tümen de Anadolu yakasındaki bölgeye yerleştirilmişti.
Elimdeki beş tümenin 26 Mart’ a kadar olan düzenlerini tam olarak değiştirmek gerekmişti. Bu zamana kadar bunlar, başka bir temel düzene uyarak, eskiden olduğu gibi kıyı koruma birlikleri olarak bütün kıyı boyunca yayılmış bulunuyorlardı. Her ne kadar karaya çıkan düşman her tarafta bir miktar direnme görecekti ama, yedek kuvvet olmadığı için, çıkanların geri püskürtülmesini başaracak birlikler bulunmayacaktı. Verdiğim emirle, tümenlerin birliklerini toplu durumda bulundurmalarını, kıyıda yalnızca güvenliği sağlayacak kadar kuvvet bırakmalarını sağladım. Çünkü biricik başarı şansımızın, hafif kuvvetlerle sürekli bir direnmeye değil, her üç grubun hareketli savunmalarına bağlı olduğuna inanıyordum.
Kıyıda gözetleme göreviyle kalmış Türk birliklerini, durumun gereklerine uygun biçimde hareketli bir konuma getirmek için yürüyüşler ve tatbikatlar yaptırmak çok yararlı bir iş oldu.
Gerektiğinde birliklerin bir yerden başka bir yere geçirilmesi için limanlarda gemi bulundurduktan başka, gruplar arasındaki yolları da işçi taburlarını çalıştırarak yapmaya başlamıştık. Yarımada üzerinde bir baştan ötekine giden kesintisiz yol yoktu. Genellikle yayaların ve yüklü hayvanların geçebilecekleri patikalar vardı. Fakat sahra topçusunun buralardan geçmesi olanaksızdı.
Yeni gruplanma önlemleri gece yürüyüşleriyle sağlandı.
Böylece düşman uçaklarının keşifleri engellendi.
5.Ordu’ da o sırada uçak yoktu. Çanakkale’ de bulunan birkaç uçak, Müstahkem Mevki Komutanlığı emrine verilmişti ve ancak onun gereksinimini karşılamaya yetiyordu.
Birliklerin tâlimlerini düzenlemek için belirli bir zaman istiyordu. Çünkü düşman savaş gemileri, her gördükleri yerde birliklerimizin üzerine ateş açıyorlardı. Hatta tek başına giden bir yayanın ya da süvarinin bile üzerine ateş açıldığı oluyordu.
Tehlikeli kıyı kesimlerinde sahra tahkimatını bütün kuvvetimizle geceleri pekiştiriyorduk. Engel yapmak için Türkiye’ de hem malzeme, hem de araç-gereç noksandı. O kadar ki, basılınca patlayan kara mayınları yerine torpido başlıklarını ve dikenli tel engeli olarak da bahçe ve tarla kenarlarındaki telleri kullanmak zorundaydık.
Düşman gazeteleri daha sonra, İngiliz uçaklarının Türk birliklerinin kıyıdaki gruplaşmalarını yanlış olarak belirleyip bildirdiklerini yazdılar Bu haberler gerçeğe uygun değildi. Uçaklar gruplaşmaları doğru olarak belirleyip bildirememişlerdi. Ama ne var ki, bizim bu düzenleri gece değiştirdiğimizi görememişlerdi.
5.Ordu, gemilerin ateşiyle zarar gören Seddübahir ile Kumkale’yi de mart sonlarında Müstahkem Mevki Komutanlığı’ ndan aldı. Böylece Müstahkem Mevki Komutanlığına yalnız Çanakkale iç geçidinin güvenliğini sağlama görevi kalıyordu.
24 Nisan’ da Çanakkale’ nin Anadolu yakasında 2. Tümenle büyük bir manevra düzenledim. Burada asıl amaç, düşmanın Küçük Beşike limanına yaptığı bir çıkarmayı önlemekti. Öğleden sonra geç vakit Gelibolu’ ya döndüm.
25 Nisan sabahı saat 5.00′ ten sonra da Gelibolu’ daki Ordu Karargâhına düşman çıkarmasının yapıldığı ya da yapılacağı yolunda raporlar gelmeye başladı.
2.Tümen bölgesindeki küçük ve Büyük Beşike limanları önünde, önemli sayıda savaş ve nakliye gemisinin toplandığı ve çıkarmanın başlamak üzere olduğu bildiriliyordu.
Biraz daha kuzeyde, Kumkale’ de 3.Tümen’ in ileri sürülmüş birlikleri karaya çıkan Fransız piyadeleriyle çatışmaya girişmişti. Bu piyadeler, Fransız savaş gemilerinin korumasında karaya çıkmışlardı.
Gelibolu yarımadasının güney ucunda, Morto Körfezi’ nde -Sığındere’ nin denize döküldüğü yer-, Seddülbahir ve Tekeburnu’ nda İngiliz piyade birlikleri, 9. Tümenin öncüleriyle çarpışıyor, buraları ele geçirmeye çalışıyordu. Bu kesimde bütün kıyı ve kıyı gerisi, büyük İngiliz savaş gemilerinin korkunç top atışlarıyla taranıyordu,
Kabatepe’ de ve önemini daha önce belirttiğimiz Maydos ovasında ve Arıburnu’ nda İngiliz savaş ve nakliye gemilerinden karaya çıkarma haberini veren subayların solgun yüzlerinde bir şaşkınlık ve üzüntü okunuyordu. Bunun nedeni, çıkarmanın birçok yerde birden başarıya ulaşmasıydı. Bendeki ilk izlenim, düzenlerimizde bir değişiklik yapmaya gerek olmadığı yolundaydı. Düşmanın seçtiği çıkarma noktaları, bizim önceden tahmin ettiğimiz yerlerdi. Bu, umut verici bir durumdu. Düşmanın çıkarma kuvvetleri, bizim çıkarma noktası olarak öngördüğümüz yerlere çıkmışlardı.
Bütün bu yerlere büyük kuvvetlerin çıkarılması söz konusu olamazdı. Öyle ise, asıl çıkarma yerleri neresiydi? Bunun için hemen bir şey söylenemezdi. Olaylar bunu ortaya koyacaktı.
Gelibolu’ da bulunan 7. Tümene hemen silâhbaşı ederek Bolayır’ a doğru yürüyüşe geçmesi emrini verdikten sonra, Alman yaverimle birlikte atla Bolayır’ a geçtim.
Üzerinde tek bir ağaç ve fundalık olmayan Bolayır’ ın dar sırtları, Saros Körfezi’ nin üst kısmını bütün açıklığıyla önümüze seriyordu. Gözümüzün önünde bir kısmı savaş gemisi, diğerleri nakliye gemisi olmak üzere 20 kadar büyük gemi vardı. Körfezin içinde gemilerin bir kısmı duruyor, bir kısmı hareket ediyordu. Savaş gemilerinin geniş bordalarından aralıksız duman çıkıyor, bütün kıyılara ve tepelere mermiler, şarapnaller düşüyordu. Asla unutulmayacak bir tabloydu bu…
Gemilerden kayıklara asker yüklendiği ya da karaya asker çıkarıldığı hiçbir yerde görülmüyordu. Anlıyordum ki buraya gelmekte gecikmişiz. Biraz sonra 3. Kolordu Komutanı Esat Paşa yanımıza geldi ve çıkarma konusunda bazı haberler getirdi. Buna göre, yanmadanın güney ucundaki 9. Tümene karşı yapılan çıkarma, bu tümen tarafından geri püskürtülmüştü. Fakat düşman, inatla yeni birlikler getirmeye devam ediyordu. Kabatepe’ de durum iyiydi. Şimdiye kadar düşman bu tepeyi ele geçirememişti. Arıburnu’ nda, hemen kıyıya bitişik olan dik yamaçlar İngilizlerin elindeydi. Fakat 19. Tümen, bu sırtlara doğru yürüyüşe geçmiş bulunuyordu. Anadolu yakasından daha bir haber alınmış değildi.
Esat Paşa’ ya hemen bir gemiyle Maydos’ a gitmesini ve güneyde komutayı ele almasını emrettim. Ben geçici olarak Bolayır’ da kalacaktım. Burada yarımadanın açık tutulması çok önemliydi. Anadolu yakasındaki birlikleri Albay Weber’in güven verici ellerine bırakmıştım.
Sekizbuçuk ay sürecek olan ve iki taraftan 750 bin insanın katıldığı Çanakkale savaşları, Gelibolu yarımadasında işte böylece başlamış oluyordu.
Düşmanın hazırlığını takdirle karşılamak gerekirdi. Kusurları, plânlarını eski keşiflere göre yapmış olmaları ve Türk birliklerinin şiddetli karşı koymasını önceden hesaplayamamalarıydı. Bu nedenle ilk günlerde sert bir darbeyle başarı elde edilememiş ve gerçekte büyük olan bu harekât, kısa süreli ve kesin sonuçlu bir harekât olmaktan çıkmıştı.
Düşüncemize göre düşman, başlangıçta 80-90 bin kadar bir çıkarma kuvveti hazırlamıştı. Bu sırada 5. Ordu’ nun ise ancak 50 bin askeri vardı ve bunun bir kısmı da asıl çıkarma yerlerinde ihtiyat önlemleri için ayrılmıştı. Bundan başka, topçu kuvveti bakımından düşmanın üstünlüğü söz götürmeyecek kadar açıktı. Ulaşım araçları ise sınırsızdı. 25 Nisanda çeşitli yerlerden yapılan gözetlemelerde bize karşı 200 kadar büyük savaş ve nakliye gemisi kullanıldığı görülmüştü. General Hamilton’ un kendi görevlerini ne kadar güç bulduğu, çıkarmadan önce yazdığı şu emirden anlaşılıyordu:
Ordu Karargâhı: 21.4.1915
Fransa’ nın ve Majestelerinin askerleri,
Önümüzde yeni zaman savaşlarında eşi görülmemiş bir macera bulunmaktadır. Düşmanlarımızın ele geçirilmez diye adlandırdıkları kıyılara, denizci arkadaşlarımızla birlikte, açık limanda çıkmak zorundayız. Tanrı’ nın ve donanmanın yardımıyla bu karaya çıkma başarıyla yapılacaktır. Mevzilere hücum edeceğiz ve savaşın başarıyla sonuçlanması için bir adım daha atmış olacağız.
Başkomutanınıza veda ederken, Lord Kitchner’ in söylediklerini hatırlayınız: Gelibolu Yarımadası’ na bir kere ayak bastıktan sonra, sonuna kadar savaşmak zorundasınız.
Bütün dünya bizim ilerlememizi görecektir.
Bize verilen büyük savaş görevine lâyık olduğumuzu kanıtlayalım.
General Hamilton.
Çıkarma sırasında büyük cesaret ve özveriyle savaşan ve başkomutanlarının güvenine lâyık olduklarını gösteren General Hamilton’ un askerlerini düşmanları bile alkışladılar.
25 Nisan günü Saros’ ta nakliye gemilerinden içi askerlerle dolu sandallar indirildi. Bunlar kıyıya yanaşmaya çalıştılar, fakat kıyıdan açılan ateş karşısında geriye döndüler. Bu, bir çıkarma gösterisiydi. Öte yandan, nakliye gemilerinde çok asker olmadığı bordalarının su üstünde kalan bölümünün yüksekliğinden anlaşılıyordu. Gemilerin güverteleri sık ağaçlarla kapatılmıştı, bu yüzden içerde birliklerin bulunup bulunmadığı görülemiyordu.
Savaş gemilerinin atışları aralıksız sürüyordu. Gelibolu’ dan gelen haberlere göre, Beşike limanında karaya çıkan düşman geri püskürtülmüştü. Burada da bir gösteri yapılmış olması söz konusuydu.
Biraz sonra Esat Paşa’ nın Maydos’ tan telgrafla bildirdiğine göre, güneydeki Seddülbahir, Hisarlık ve Morto limanına kesinlikle destek gönderilmesi gerekiyordu. Düşman bu kesime yerleşmişti ve gittikçe güçleniyordu. Tümen Komutanı Albay Sami Bey, kendi ihtiyatlarını ileri almış ve onları da cepheye sürmüştü. Düşmanın Saros Körfezi’ nde gösteri yaptığı yolundaki düşüncem gittikçe güçlendiğinden, Bolayır’ ın güneybatısındaki yol kavşağında tuttuğum 7. Tümenin iki taburunu aynı akşam vapurla Gelibolu’ ya göndermeye karar verdim. Bu kuvvetlerin gece Maydos’ ta Esat Paşa’ nın komutasına gireceklerini biliyordum. Aynı zamanda Saros Körfezi’ nin doğusunda hazır bekleyen 5. Tümene, üç taburunu hemen Şarköy’ e göndermesini emrettim. Bunlar da gece Şarköy’ den Maydos’ a gönderileceklerdi. Bu sevkiyatı gece yapmak zorundaydık. Çünkü düşman denizaltıları Boğaz’ a ve Marmara’ ya girmişlerdi. Öyle ki, 25 Nisan öğleden sonra Bolayır önlerinden bize geriden ateş açmışlardı.
Düşmanın Saros Körfezi’ ne çıkarma girişimine karşı, kendimizi yeteri kadar güçlü görüyordum.
Akşam geç vakit gelen haberlerde, düşmanın Kabatepe’ ye yaptığı bütün çıkarma girişimlerinin püskürtüldüğü bildiriliyordu. Arıburnu’ na çıkıp Kocatepe’ de ilerleyen Avustralyalı ve Yeni Zellândalı birlikler ise 19. Tümen tarafından geri püskürtülmüşler ve kıyı tepeleri üzerinde kalmışlardı.
Saros Körfezi’ ne bir gece çıkarması yapılması olasılığına karşı, ertesi sabaha kadar Bolayır çevresinde kaldım. Gece sessizlik içinde geçti. Topçu ateşi bile kesilmişti. Yalnız gemiler yerlerini sık sık değiştiriyorlardı. 26 Nisan sabahı düşman gemilerinin yukarı Saros Körfezi’ nde toplanmaları, buradaki harekâtın bir gösteri olduğu yolunda bende kesin kanı uyandırdı. Bu nedenle, 26 Nisan günü sabahı, 5. Tümen ile 7. Tümenin 26/27 Nisan gecesi vapurla Maydos’ a sevkedilmesini emrettim. Ben de deniz yoluyla Maydos’ a gitmek üzere Bolayır’ dan ayrıldım. Yukarı Saros Körfezi’ ndeki emir ve komuta yetkisini Kurmay Başkanım Yarbay Kâzım Bey’ e bıraktım. Eğer bundan sonraki 24 saat içinde yeni bir çıkarma olmazsa, tümenlerin geri kalan kısımlarının da Maydos’ a gönderilmelerini istedim. Bu emir, tam olarak yerine getirildi. Yukarı Saros Körfezi kıyısında hemen hiç Türk birliği kalmadı. Düşman donanması ise, bu birlikleri burada tutmak için gösterilerini sürdürdü. Bu arada Yarbay Kâzım Bey komutasında bir istihkâm depo bölüğü ile birkaç işçi taburu kalmıştı. Bunlar da kendilerini göstermek için dağların tepelerine yakın yerlere çadırlarını kurmuşlardı. Yukarı Saros’ taki bütün birlikleri çekmek, sorumlu bir komutan için gerçekten güç bir işti. Fakat güneyde düşman üstünlüğüne karşı koymak için bu sorumluluğu yüklenmek gerekiyordu. Eğer İngilizler bu gerçek durumu anlayabilselerdi, bundan büyük ölçüde yararlanabilirlerdi.
Bir süre sonra, İngiliz ağır savaş gemileri, Saros Körfezi’ nden dolaylı atışlarla Gelibolu’ yu bombardımana başladılar. Özellikle limana yakın bir sürü evi yıktılar.
Maydos’ a gönderdiğim 5. Tümen ile 7. Tümen, 26 Nisanda Esat Paşa tarafından Seddülbahir’ deki güney grubuna gönderilmişti. Çünkü savaş burada bütün şiddetiyle sürüyordu. Yalnız 5. Tümenin son birkaç birliği, Arıburnu’ na 19. Tümenin takviyesi için gönderilmişti.
Çıkarmanın ilk günlerinde, birlikleri parçalamamak elde değildi. Çünkü gelen takviye birliklerinin gerek duyulan yerlere dağıtılması bir zorunluluktu.
5.Tümenin Komutanı Yarbay Sodenstern, kendi tümeninin gelmesiyle birlikte Seddülbahir cephesinin komutanlığını üzerine aldı. Kolordu Komutanı Esat Paşa’ yı da Arıburnu Bölgesi Komutanlığı’ na atadım. Ben de yanımda bulunan Süvari Yüzbaşı Thime ile birlikte, Arıburnu’ndan 4-5 kilometre geride bulunan Esat Paşa’ nın Maltepe çadırlı karargâhına geçici olarak yerleştim. 5. Ordunun kurmay heyetiyse, eskiden olduğu gibi Gelibolu’ da kaldı. Dört gün süren çetin çatışmalardan sonra, Yarbay Nicolai komutasındaki 3. Tümen, Kumkale’ ye çıkan ve Yenişehir’ e kadar ilerleyen Fransızları -bunlar sömürge birlikleriyle 175. Alaydı- ağır kayıplara uğratarak 29 Nisan da gemilerine dönmek zorunda bıraktı. Böylece Anadolu yakası, düşmandan tam olarak temizlendi. Korkulu olan bu kıyıda tehlike atlatılmıştı. Artık 2. Tümeni Gelibolu yarımadasının güneyindeki savaş alanına gönderebilirdik. Bu tümen, birlikler halinde Çanakkale’ ye hareket etti ve ertesi gece kayık ve motorlarla Boğaz’ ı geçerek Seddülbahir cephesine yerleşti. Boğaz’ ın Anadolu yakasında şimdi yalnız 3. Tümenin birlikleri kalmıştı. Bu tümenin de bazı birlikleri Gelibolu yarımadasındaki çarpışmalara katıldı.
Gelibolu savaşlarının nasıl geçtiğini açıklamak için şunu belirtmeliyim ki, bütün çarpışmalar 5. Ordu birlikleri tarafından yapıldı ve Türk-Alman donanmasının bu çarpışmalara katkısı son derece sınırlı kaldı.
Almanya’ ya döndükten sonra bu konuda çok yanlış sözler söylendiğini duydum. Türklerin Gelibolu’daki başarısının ordu ile donanmanın birlikte çalışması sonunda gerçekleştiği, gerek söz ve gerekse yazıyla pek çok kişi tarafından ileri sürülüyordu.
Türk-Alman donanmasının ordu ile birlikte gerçekleştirebildiği başlıca harekât, savaş gemilerinden sökülen 24 makineli tüfeği olan iki makineli tüfek bölüğünün cepheye gönderilmesiydi. 5. Ordu emrine verilen bu iki bölük, gerçekten büyük başarı gösterdi. Bundan başka, çıkarmanın ilk haftalarında Türk donanmasından Barbaros Hayrettin ve Turgut Reis savaş gemileri, düşman çıkarma yerlerine Boğaz’dan atışlar yaparak Arıburnu’ ndaki çıkarma yerlerine ve İngiliz gemilerine karşı etkili oldular. 15 Mayıs gecesi bir Türk torpidosunun Çanakkale Boğazının aşağı kesimine saldırışı ile Alman denizaltılarmın ne yazık ki çok kısa süren etkinliğinden daha sonra söz edilecektir. Göben ile Breslav ise, sekiz buçuk ay süren kara çarpışmaları sırasında bir kere bile olsun, Çanakkale’ ye gelmediler.
Amiral Usedum komutasındaki Alman donanmasının özel komandosu -ki bunlar görev bakımından Çanakkale ve Karadeniz boğazlarındaki tabya ve müstahkem mevkilere bağlıydılar-, Gelibolu yarımadasındaki kara çarpışmalarına katılmamışlardır. Bu özel komandonun görevi -yarımadanın dış kıyılarında, güneybatısında ve içlerinde sert çatışmalar sürerken bile- yalnız Boğaz’ ın iç geçiş yollarına yönelmişti.
Anadolu yakasındaki İntepe’ de bulunan toplar, Seddülbahir’ deki düşman çıkarma yerleriyle buranın kuzeyindeki bağlantı yollarına karşı son derece etkili atışlar yapıyordu. Fakat daha yukarılara, arazi durumu ve uzaklık dolayısıyla etkili olamıyordu. O kadar ki, Seddülbahir ve Morto limanı kıyılarının Anadolu yakasındaki bataryalar tarafından sık sık bombardımanı, sonbahar sonlarına kadar, cephane noksanlığı yüzünden yapılamıyordu.
Kuşkusuz, İntepe’ deki topların atışından İngilizler çok zarar görüyordu. Bu nedenledir ki, bazı savaş gemilerini yalnız bu bataryalar üzerine ateş açmaya yönlendiriyorlardı. Ancak belirtilmeli ki, Gelibolu yarımadasındaki şiddetli çatışmalar için bu bataryalar ancak ikinci derecede rol oynayabildiler.
Müstahkem Mevki, bu ağır bataryaların bir kısmını Enver’ in emriyle 5. Orduya verdi. Ordu emrinde başlangıçta ağır batarya yoktu.
Çıkarmadan bir süre sonra Enver Paşa, İstanbul’ dan gönderdiği bir telgrafla, Seddülbahir, Tekeburnu ve Morto Limanına çıkan kuvvetli İngiliz birliklerinin bir karşı harekâtla yarımadadan atılmasını emretti. Enver bunu 5. Ordudan istiyordu, ama isteği gücümüzün çok üstündeydi.
Yarımadanın güney kesimi, üç yandan düşman savaş gemilerinin topçu ateşi altında bulunuyordu. Sodenstern grubunun bulunduğu yerden bakıldığında yoğun sıralar halinde, birbirine geçmiş gibi görünen direk ve bacalarıyla boz renkli savaş gemileri, büyük bir liman manzarası yaratıyordu. Makineli Tüfek Bölüğü Komutanı Deniz Üsteğmeni Bolz, 3 Mayıs akşamı Seddülbahir alanına geldiği zaman, manzaranın kendisinde uyandırdığı izlenimleri şöyle anlatıyordu:
“Savaş alanı tüyler ürpertici, yine de güzel bir manzara sergiliyordu. Gelibolu yarımadasının sivri ucunda, sanki savaş ve nakliye gemilerinden örülmüş bir çelenk vardı. Bunlar üzerlerindeki çok sayıda ışıldakla çevreyi aydınlatıyorlardı. Savaş gemileri, güçlü projektörlerini Türk mevzileri üzerine çevirmişler, durmadan mermi yağdırıyorlardı.”
Düşman gemileri, karaya çıkan birlikleri tam anlamıyla koruyorlardı. O günlerde elimizde yalnız sahra bataryaları vardı. Onlar da cephane yetersizliği yüzünden, ellerindeki mermileri sınırlı kullanmak zorundaydılar. Kaldı ki bunlar, ne uzaklık, ne de etki bakımından düşman araçlarıyla karşılaştırılacak durumda değillerdi.
Karaya çıkan birlikleri yeniden gemilerine gönderebilmek için, bunlara gece saldırmaktan başka çare yoktu. Bu da 5. Ordunun emriyle Albay Von Sodenstern tarafından üç kere denendi. Bu amaçla İstanbul’ dan gönderilen birlikler de kullanıldı. Karanlıkta yapılan her üç saldırıda epeyce ilerlendi. Hatta birinde Seddülbahir’ in yanına kadar varıldı. Ama istenen hedefe ulaşılamadı. Her seferinde, gün ağarmasıyla birlikte başlayan gemi atışları, Türk birliklerini eski yerlerine çekilmek zorunda bırakıyordu. Düşmandan alınan çok sayıda makineli tüfeğin de ancak bir miktarı birlikte getirilebiliyordu.
Benim için oldukça güç bir karar olmasına rağmen. Seddülbahir cephesinde artık saldırıdan vazgeçmek ve yalnızca savunmayla yetinmek zorunda kaldım. Düşmanın çokça yaklaştığı en büyük hedefi olan Alçıtepe’ nin elden çıkmaması için bütün çabanın harcanmasını emrettim. Türk hatlarının, İngiliz siperlerinin yakınında kazılacak siperlere yerleştirilmesini salık verdim. Çünkü ön hatlarımız, ancak böylece düşman gemi atışlarından kurtarılabilirdi. Siperler birbirine yakın olunca, gemiden atılacak mermilerin kendi siperlerine düşmesi olasılığı bulunduğundan, ön siperler top ateşinden kurtulabilirdi. Bu durum, komutanlara ve birliklere yeteri kadar açıklandı ve uygulandı.
Dünya Savaşı’ nda bir ordunun hem düşman filosu, hem de kara ordusuyla aynı anda savaştığı tek savaş alanının Çanakkale kara çatışmalarında olduğunu belirtmeliyim.
Savaş gemilerinin kendi kara birliklerini koruması son derece etkiliydi. Karada hiçbir ağır topçu, savaş gemilerinde olduğu gibi kolaylıkla yer değiştirerek cepheden, yandan ve hatta geriden ateş edemezdi. Ayrıca savaş gemileri, uçak ya da balonlarla gözetleme yapıp, kendilerinin karşılık göremeyecekleri güven verici uzaklıktan atışlarını istedikleri hedeflere ulaştırıyorlardı. O günlerde 5. Orduda ise ne uçak, ne de balon vardı.
Arıburnu’ ndan düşmanı geri atmak zor olmadı. 29 Nisanda Türklerin şiddetli taarruzları sonunda Avustralya ve Yeni Zelanda askerleri bir hayli geri çekilmiş, hatta gemilerine dönmeye başlamışlardı. Ama düşmanın getirdiği destek birlikleri ve kıyıya yaklaşan savaş gemilerinin atışlarıyla bu geri çekilme durdu ve durum kurtarıldı. Unutmamalı ki İmroz adası, Arıburnu kıyısından 20 kilometre uzaklıktaydı ve İngilizler burasını önemli piyade birliklerinin ve savaş gemilerinin barındığı bir üs durumuna getirmişlerdi.
Anzak Kolordusunun gemi atışları desteğindeki yarma girişimleri de düşman birliklerine ağır kayıplar verdirilerek durduruldu.
İlk iki haftanın kanlı çarpışmalarından sonra Esat Paşa’ ya da bundan sonra büyük taarruzlara girişmemesini emretmek zorunda kaldım. Yalnız elde tutulan yükseklik zincirinin korunması için gereken her türlü özveri gösterilmeliydi. Arazinin bütün olanaklarından ve gece karanlığından yararlanarak siperlerimizi düşman siperlerine biraz daha yaklaştırmalıydık. Böylece İngilizler, Türk ileri hatlarına artık gemilerinden ateş edemeyeceklerdi. Bundan dolayıdır ki, Mayıs ayının ilk on günü içinde her iki cephede de hareket durmuş ve çarpışmalar, mevzi çatışmaları halini almıştı.
Yarımada ve iki cephenin gerisinde bulunan birkaç kasaba, düşman gemi atışlarıyla ağır zarar görmüştü. Maydos kasabası, 29 Nisanda düşman donanması tarafından bombardıman edildi ve burada ilk yanan bina da ağzına kadar yaralıyla dolu hastahane oldu. Buraya açılan ateşle birçok Türk ve bunlarla birlikte 25 İngiliz yaralısı da öldü. Sivil halk da çok zarar gördü. Mermiler kasabanın içine düşerken, kadın, erkek ve çocuklar evlerinde bir iki parça olsun eşya kurtarmak için canlarını verdiler. Sivil halkı daha sonraları toplayarak Anadolu yakasındaki Kilya limanına gönderdik. Böylece hiç değilse canlarını kurtarmış oldular. Bir karargâh ya da kıta barındırmayan ve tahkim edilmemiş bulunan Maydos kasabasında sağlam bir duvar bile kalmadı.
Yanmadada öteki yerler de -örneğin Kocadere köyü- aynı şekilde tamamen yıkıldı. Bolayır, Karaburgaz, Yeniköy ve Gelibolu gibi bazı yerler de ağır zarar gördü. Türkler, Gelibolu yanmadasında yıkılan, yerle bir edilen kasaba ve köylerinin yeniden yapılması için -Belçika ve Kuzey Fransa’ nın yıkılan yerlerinin yeniden yapılması için kabul edilen ilkelere dayanarak- yardım isteyebilirler. Çünkü buralarda da tahkimat olmadığı gibi, bir askerî yerleşim yeri de yoktu. Dar yarımadanın içindeki birkaç yerleşim yerinden başka 5. Ordunun liman hizmetini gören Akbaş ve Kilya bile sık sık dolaylı atışlarla karşı karşıya kaldı. Yiyecek ve savaş malzemesi, başlıca bu iki liman yoluyla geliyordu.
5.Orduya yiyecek ve malzeme ulaşımı büyük zorluk gösteriyordu. En yakın demiryolu istasyonu, Trakya’ daki Uzunköprü’ ydü. Bu istasyon, Ordu Karargâhına, yaya olarak yedi günlük bir uzaklıktaydı. Öküz arabaları, deve kervanları ve mekkâreyle çok az şey taşınabiliyordu. Bu nedenle Marmara üzerinden deniz yoluyla nakliyat bir zorunluluktu. Bunu da İngiliz ve Fransızların Marmara’ ya soktukları denizaltılar engellemek istiyordu. Türkler için en büyük talih, düşman denizaltılarının bu işi başaramamalarıydı. Yoksa 5. Ordu açlıktan ölürdü.
Söz konusu denizaltıların başarısızlığının, Marmara gibi dar ve gözetlenmesi kolay bir denizde, çalışmaların 4-5 denizaltıyla yapılma zorunluluğuna dayandığını da belirtmeliyim. Bunlar bazı gemileri torpidolarla batırabilirlerdi, ama çok kere kendilerini tehlikeye düşürmekten korktukları için burunlarının önünden geçen gemilere bile saldırıda bulunmadılar. Bu nedenle 5. Ordunun ikmali, römorkörlerle çekilen mavnalar ve yelkenli gemilerle sağlanabildi. Bunlar geceleri ve menzilden menzile hareketle denizaltıların tehlikesinden kurtuldular.
5 Mayıs’ tan sonra Güney Grubunun Komutanlığını Albay Weber aldı. Dizinden ağırca yaralanan Sodenstern, İstanbul’ a gönderildi. Güney Grubunun cephesi, Kitre’ nin 1,5 kilometre kadar güneyinden başlıyor ve doğu-batı yönünü izleyerek Gelibolu yarımadasının ucuna, Çanakkale Boğazına kadar sürüyordu. Bir zaman sonra bu cephede hem Türkler, hem de düşman üç-dört hatlı bir ‘sahra tahkimat sistemi’ oluşturdular. Kilometrelerce süren bağlantı yolları ve birçok gizli yer yapıldı. Her iki tarafın bu amaçla kullandığı malzeme çok değişikti. Düşman tarafında en modern ve pek çok malzeme varken, yoksul Türklerin yeteri kadar kazma ve küreği bile yoktu. Çok kere bu malzemeyi savaş yoluyla düşmandan almak gerekiyordu. Demir ve ağaç malzeme ise, çevredeki yıkılmış köy ve kasabadan sağlanıyordu. Yeteri kadar kum torbası bile bulunamıyordu. Kimi zaman İstanbul’ dan birkaç yüz yeni torba getirildi mi, bunların yerinde mi, yoksa erlerin yırtık giysilerinin onarımında mı kullanılacağını kestirmek zordu. Bütün bu güçlüklere karşı koyma olanağını, Anadolu insanının azla yetinmesi, dayanma ve direnme gücü sağlıyordu.
Erlerin gösterdiği bu sessizliği ve dayanıklılığı, subaylar her zaman gösteremiyordu. Güney Grubu Cephesinin Alçıtepe’ ye kadar çekilmesi yolunda, ilk haftalar çeşitli yerlerde, birçok öneri aldım. Bu önerilerin gerekçesi, Kirte’ nin güneyindeki düz arazinin doğal savunma olanakları taşımamasıydı. Arada önemli çatışmalara yol açmasına rağmen, bütün bu önerileri geri çevirdim. Bir kere bu öneriler, benim adım adım geri çekilme ilkeme aykırıydı. Bundan başka, kuzeye doğru çekildikçe yarımadanın genişliği artıyordu ve bu yüzden savunma için daha çok kuvvete gerek duyulacaktı. Son olarak da, Alçıtepe, savaş gemilerinin topları için çok iyi bir hedef olacaktı. Kararımda direndim ve zaman beni haklı çıkardı.
Esat Paşa’ nın komutasındaki Arıburnu cephesi ise, dik yamaçlı, uçurumlu ve dağlık arazisiyle savunma için Güney Grubuna oranla dahâ elverişliydi. Bundan başka savunma hattı, güney-kuzey yönünü, izlediğinden gemi atışları yalnız bu yönden ve çok az yandan geliyor, dolayısıyla fazla etkili olamıyordu.
Avustralya ve Yeni Zelandalı askerlerin bütün cesur hareketlerine rağmen, bir türlü arazi kazanamamalarında bu durumun büyük etkisi vardı. Bu bölgede İngiliz mevzileri bazı yerlerde kıyıdan 800-1200 metreden çok içeri giremedi.
5.Orduya yetişen ilk destek birlikleri, önce 4. Tümen ve sonra da 13. Tümen, 15. Tümen ve 16. Tümen oldu. Bunlar, benim Kafkasya’ ya gönderilmesine Ocak ayında engel olduğum 5. Kolordunun tümenleriydi.
İstanbul’ dan gelen bu yeni birliklerle birlikte, eski ama çok eski modeller olmasına rağmen, biraz da ağır top geldi. Çünkü bu sırada düşman, çeşitli çapta ağır topu karaya çıkartarak kullanmaya başlamıştı.
En güç sorunlardan biri de 5. Orduya cephane sağlamaktı. Piyade cephanesi yeter derecede sağlanabiliyordu, ama topçu cephanesi başlangıçtan beri çok azdı. O sıralarda Türkiye’ de topçu cephanesi yapan fabrikalar bulunmadığı gibi, tarafsız ülkeler de kendi toprakları üzerinden Alman cephanesi gönderilmesine izin vermiyorlardı. Bu nedenle, daha ilk günlerden başlayarak Türk topçusu cephane harcamaktan kaçınıyordu. Karşı tarafın alabildiğine hesapsız harcamasına karşı, Türklerin bu yoksunluğunun nasıl güçlük yarattığı kolayca anlaşılır.
Yılbaşında İstanbul’ da Yüzbaşı Piepen yönetiminde topçu cephanesi yapan bir fabrika kuruldu. Fakat bunun yardımı sınırlıydı. Çünkü ne makineler, ne de malzeme yeterliydi.
İngilizlerin bu yeni Türk cephane fabrikasına pek önem vermediklerini anlıyorduk. Alman bazı esirler, 20 kırmızı mermiden ancak birinin patladığını söylüyorlardı. Buna rağmen biz bu yardıma bile seviniyorduk. Çünkü daha önceleri, piyademiz, topçuların kendilerini koruduklarına inansınlar diye, bazı topların manevra mermileri atmasına bile izin veriyorduk. Gelibolu’ dan çıkmak zorunda kalan Ordu Karargâhı, Anburnu’ nun 5 kilometre gerisinde ve Bigalı Köyünden 3 kilometre uzakta bir çadırlı ordugâha yerleşti. Ordu Karargâhı, alçak çam ağaçlarıyla kaplı araziye öylesine ustalıkla yerleştirilmişti ki, düşman uçakları savaşın sonuna kadar burasını keşfedemedi. Biz de görünen yolları karargâhımız içinden geçirmemeye özen göstermiştik. Buna rağmen, zaman zaman bombardımana uğradıysak da bu rastlantıydı. Çünkü dar yarımadanın hemen hemen her tarafı gemi toplarının atışıyla karşı karşıya kalıyordu.
10 Mayıs’ ta çok iyi yetiştirilmiş 2. Tümen İstanbul’ dan gelince, bu kuvveti Arıburnu’ nun gerisine gönderdim. Amacım, bu tümenle düşmanı hiç değilse bu kıyıdan uzaklaştırmaktı. 18/19 Mayıs gecesi bu tümen, düşman hattının merkezine gerçekten kahramanca bir taarruza girişti ve ilk düşman hattını ele geçirdi, ikinci hatta kadar ilerledi. Fakat İngilizlerin yakın savaş araçları ve yedekleri o kadar kuvvetliydi ki, kesin bir sonuç elde edilemedi. İki tarafın da kaybı çok büyüktü. Bizim kahraman 2. Tümenin kaybı 9 bin ölü ve yaralıydı. İngiliz generali, ölülerin gömülebilmesi için geçici bir ateşkes önerdi. 23 Mayısta anlaşmaya varıldı ve Çanakkale kara muharebelerinin tek ara vermesi böylece ortaya çıktı.
Söz konusu bu taarruzun tarafımdan işlenmiş bir hata olduğunu kabul ederim. Bu hatayı, düşman kuvvetlerini iyi bilmemekle ve elimizdeki az topçu kuvvetiyle, çok sınırlı cephaneyle bu işi başaramayacağımızı önceden hesaplayamamakla işledim.
İlk zamanlarda düşman, Şeddülbahir’ e durmadan takviye kuvvetleri getirdikçe ve tümenlerini yeniledikçe, kesin sonucu bu cephede almaya kalkışacak sanıyorduk. Oysa Anburnu’ nda ilk haftalardan sonra pek büyük taarruzlar olmadı ve çatışmalar sürekli bir durum aldı. Burada geceli gündüzlü ufak, fakat sürekli çatışmalar oluyordu. Şiddetli çarpışmalar ise, her zaman başka yerlerde gerçekleşiyordu.
Mayıs ayında Türk-Alman Donanması, düşman gemilerine karşı harekâta geçtiğinden ağır yükümez bir dereceye kadar hafifledi. Muavenet-i Milliye adlı Türk torpidosu 13 Mayıs akşamı Yüzbaşı Firle komutasında İngiliz Goliaht zırhlısına Morto limanı yakınında saldırdı, birkaç torpil atarak zırhlıyı batırdı. Bu hareketi o kadar çabuk ve ustalıkla yaptı ki, torpido hiçbir hasara uğramadan Marmara’ ya geri dönebildi.
Alman denizaltılarının 25 ve 27 Mayıs’ taki iki büyük başarısı da bu arada övülmeye değer. Gelibolu Yarımadası kıyılarında dolaşan Triumph ve Majesti zırhlıları, Yüzbaşı Herseng tarafından torpillendi. Düşman bunun üzerine zırhlılarını İmroz ve Limni adalarındaki limanlara çekti. Karadaki kuvvetlerine bunlarla yardımdan vazgeçti. Yalnız torpidolar ve destroyer göndermeye başladı. Öte yandan da denizaltı saldırılarına karşı daha etkili olan ve kendisinde çok bol bulunan araçları kullanmaya başladı. Bunun sonucu olarak Alman denizaltıları Çanakkale önlerinde tam yedi ay -bir nakliye gemisi batırma dışında- hiçbir basarı kazanamadılar.
16 Haziran da İstanbul’ da bulunan Donanma Komutanı Amiral Suşon’ a bir telgraf çektim ve düşman nakliye gemilerinin hiç rahatsız edilmeden istedikleri yere asker götürmeye tekrar başladıklarını bildirdim. 20 Haziran’ da da düşman savaş gemilerinin atışlarıyla hatlarımızı eskiden olduğu gibi taciz ettiklerini yazdım. 29 Haziran da Amiral Suşon’ a, “Düşmanın 28 haziran günü Güney Grubumuza yönelttiği büyük taarruz sırasında düşman gemilerinin sağ yanımıza şiddetli ateşler açarak kara çatışmalarına katıldığım ve 29 Haziran’ da da Güney Grubumuzda aynı harekât sürerken gemilerin aynı atış desteğini yaptıklarını” bildirdim. Bununla anlatmak istiyordum ki, denizaltılarımızın Çanakkale’ de gösterdikleri çalışmalar sonunda İngiliz savaş gemilerinin çatışma alanından çekildikleri yolunda Alman gazetelerinde yer alan haberler tamamen yanlıştır. Bu gibi yanlış haberlerle, denizaltıların etkisi konusunda Alman kamuoyunda gerçeğe uymayan düşünceler yaratılmıştır.
Çok sıcak geçen 1915 yaz aylarının durgun havası, İngiliz gemilerinin top atışlarının etkisini arttırıyor ve atışların uçak ve balonlarla sürdürülmesi, bunu en yüksek dereceye çıkarıyordu. Gelibolu Yarımadası kıyılarında top sesleri, gecegündüz devam etti. Karaya çıkarılan bataryalar susunca, gemilerden atış başlıyordu. Bütün tümenlerde kara ve deniz topçusu birlikte hareket ediyordu.
5.Ordu emrine haziran sonuna doğru, Çanakkale savaşları sırasında görev alan ilk ve biricik Alman birliği geldi. Bu birlik, bir istihkâm bölüğüydü. Assubayları ve erleri, çeşitli yollardan ve tek başlarına yolculuk ederek Türkiye’ ye gelmişlerdi. 200 kişilik bu istihkâm bölüğü, Güney Grubunda Seddülbahir’ e karşı kullanıldı. Bu bölüğün sayısı, sıcak havalı iklimin etkisi, alışamadıkları bir beslenme biçimi ve yemekler, ağır savaşlar yüzünden kısa zamanda 40′ a düştü. Bundan sonra düzenli bir bölük olarak değil de, her iki cepheye dağılmış öğretmenler olarak çalıştılar ve önemli görevler gördüler.
Bunun dışında Çanakkale’ ye Almanya’ dan birlik olarak başka kuvvet gönderilmedi. Yalnız, topçu bataryalarında görev almak üzere subay ve assubaylar gönderildi. Bunlar 5. Ordu birliklerinin çeşitli aşamalarında görev aldılar.
Çok kayıp yüzünden, temmuz ayının ilk yarısında Güney Grubunda bazı birliklerin değiştirilmesi gerekti. Bunlar 2. Ordu’ dan gönderilen yeni birliklerle değiştirildi. Güney Grubu Komutanlığı’ nda Albay Weber’ in yerine Vehip Paşa getirildi. Vehip Paşa, Arıburnu’ nda komutan olan Esat Paşa’ nın küçük kardeşiydi. Bu iki paşanın, yanyana iki cephenin komutanı olarak kardeşçe işi yönetmelerini herkes hoş görüyordu. Türk generalleri arasında sık sık görülen kıskançlıklar ve birbirleri aleyhine hareket etme olayı da böylece önlenmiş oluyordu. Çok enerjik olan Vehip Paşa, ileriyi gören değerli bir komutan olduğunu burada da kanıtladı -ki bunu daha Balkan Savaşı sırasında Yanya savunmasında göstermişti- Bu yetenekler, kardeşi Esat Paşa’ da da aynen vardı.
5.Ordu birliklerinin 2. Ordu birlikleriyle değiştirilmesi sırasında ve 13 Temmuz günü, İngiliz ve Fransızlar, Seddülbahir’ e şiddetli bir saldırıya geçtiler. Bu saldırı, son yedek birliklerin ileri sürülmesiyle güçlükle önlenebildi. İngiliz saldırılarının hiçbir zaman uzun sürmemesi ve iki saldırı arasında günlerce zaman geçirilmesi, bizim için büyük bir şans oluyordu. Aksi halde, elimizdeki topçu cephanesiyle dayanmak söz konusu değildi.
Temmuz ayının ikinci yarısında, düşmanın büyük bir çıkarma daha yapacağı haberi yayılmaya başladı. Selanik üzerinden 16 Temmuz’ da aldığımız bir raporda, yalnız Limni adasında harekete hazır 50-60 bin kişilik bir birlik bulunduğu ve bunlann gönderilmesi için de 140 nakliye gemisinin hazır tutulduğu bildiriliyordu. Öteki raporlardaki rakamlar daha da yüksekti. Yeni bir çıkarmayı zorunlu kılan en önemli neden, son ayların çetin çarpışmalarına rağmen, düşmanın hedefine daha ulaşamamış olmasıydı. İngiliz Nazırlarından Churchill, o zaman her yanda büyük yankılar uyandıran bir konuşmasında, İngiliz çıkarma ordusunun son zafere yakın olduğunu söylemişti.
Bu yeni çıkarmanın nereye yapılacağı konusunda hiçbir belirti yoktu. Güney cephesinin iki yanı da suya dayanıyordu. Bir yanı deniz, öteki yanı Çanakkale Boğazı idi. Burada cephe güçlendirilebilir, ama genişletilemezdi. Arıburnu’ nda iki yan açıktı. Düşman, güney kanadında arazi kazanmaya birkaç kere girişmiş, bunda başarısı, Türk sol kanadını biraz geriye sürmek olarak kalmıştı. İngilizlerin kuzey kanadında ise, bir taburdan biraz daha çok bir kuvvet ileri sürülmüştü. Ben bunu önemsiz görmüyordum. Esat Paşa ise, bunun altında bir tehlike yattığı inancında değildi. Bu müfrezenin geri sürülmesi için yapılan birkaç girişim -ki bunlara 5. Ordu’nun karargâh muhafızları da katılmıştır- düşmanın sert karşı koymasıyla karşılaşmış ve başarısız kalmıştı.
Cephenin bu yönde genişletileceğine ilişkin biricik belirti buydu. Buradaki kuvvetlerimiz çok azdı. Düşmanın Saros Körfezi kuzeyinden hareket ederek, Çanakkale Boğazı’ nın İstanbul’ la bağlantısını kesmesi olasılığı başgösteriyordu. Eski denemeler, düşmanın Anadolu yakasında çıkarma yapması olasılığı olmadığını düşündürüyordu. 5. Ordu’ yu en çok tedirgin eden, Arıburnu ile güney cephesi arasındaki açık alandı. Çünkü buraya yapılacak bir çıkarmayla Güney Cephesi’ nin gerisine düşülüyordu.
Güney Grubunda bazı birliklerin değiştirilmesi ve bazı destekler alınması üzerine serbest kalan Albay Kannengiesser komutasındaki 9. Tümen, Kayahtepe’ nin batı yamaçlarına yerleştirildi.
Bavyeralı Binbaşı VVillmer komutasındaki bir müfreze, Büyük Anafartalar karşısındaki Akmakdere’ den sonra Sulva limanı yukarılarına kadar kuzey kıyılarını gözetleme ve Esat Paşa birlikleriyle bağlantıda bulunma görevini aldı. Bu müfrezenin kuvveti, üç tabur piyade, bir bölük süvari ve dört batarya idi. Piyade olarak bulunan birlikler, Gelibolu ve Bursa Jandarma Taburları ile 33. Piyade Alayı’ ndan bazı kısımlardı. Yukarı Saros’ a ise 7. Tümen ile 12. Tümen getirilmişti.
Yeni bir çıkarmanın bizi korkuttuğu bu günlerde, Alman Başkomutanlığı’ ndan bir telgraf aldım. Bazı konularda bilgi vermek üzere, Almanya’ daki Genel Karargâha çağrılıyordum. Bu işe şaştım. Bu kadar çetin işlerle uğraşırken, bir sürü ülke aşarak Genel Karargâha gitmemin nedenini anlamakta güçlük çekmedim. Bu konuda yazılanları olduğu gibi açıklıyorum ki, herkes kendi aklıyla yargısını versin:
Alman Genel Karargâhı: 8/7/1915
İmparator hazretleri, kendilerine Çanakkale savaşlarıyla ilgili bilgi sunarken, bana orada gösterdiğiniz çaba ve çalışmadan dolayı takdir ve kutlamalarını size bildirmemi irade buyurdular.
Haşmetli İmparator, zatıâlinize verilmiş olan görevin bu savaşın gidişi bakımından taşıdığı büyük önemi, tamamen takdir ettiğinizi bilmektedirler. Yönetimdeki yeteneğiniz sayesinde, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da görevinizi başaracağınıza kesinlikle inanmaktadırlar. von Falkenhayn Alman Genel Karargâhı: 22/7/1915
Alman Ateşemiliterliğine
Buraya gelen haberler, Çanakkale’ ye eskilerden daha büyük çapta bir saldırı yapılacağını, Saros Körfezi’ nde ya da Anadolu yakasında yeni bir çıkarma olasılığı bulunduğunu göstermektedir. Bu duruma göre, mühimmatı tutumlu kullanmak gereklidir. von Falkenhayn Alman Genel Karargâhı: 26/7/1915
Falkenhayn tarafından Osmanlı Hükümetine (Enver Paşa’ya) ve General Liman’ a:
Çanakkale’ deki durum hakkında Alman Genel Kurmayı’ na açıklama yapmak üzere Liman von Sanders Genel Karargâha gönderilirse, haşmetli İmparator hazretleri müteşekkir kalacaklardır. Çanakkale savaşlarında, generalin yerine mareşal von der Goltz getirilebilir. Gerekirse, Ateşemiliter von Lusy kurmay başkanlığına atanabilir.
Bu telgrafı alınca -birincisinde hiç aklıma gelmemişti- komuta değişikliği için çalışıldığını anladım. 28 Temmuz’ da Askerî Kabine’ ye şu telgrafı gönderdim:
Çanakkale savaşları konusunda açıklamada bulunmak için genel karargâha gelmem, general Falkenhayn tarafından istenilmektedir. Bu istek, sürekli savaşlarla üç aydan çok bir süre burada orduyu sevk ve yönettikten ve başarılarım Enver tarafından çeşitli kereler kutlandıktan, şahsıma güven duyulduğu dile getirildikten sonra ve daha önemlisi büyük bir taarruzun beklenildiği bir sırada olmaktadır. General von Falkenhayn’ ın bu harekâtla doğrudan doğruya ilgili bulunmadığı bilindiğinden bilgi vermek üzere beni çağıranın İmparator hazretleri olmadığına dikkatinizi çekerim.
Bundan başka yine dikkatinizi çekmek isterim ki, von der Goltz, bana vekâlet etmek üzere hükümete öneriliyor ve bilgi vermekle görevli Ateşemilirere de kurmay başkanlığı sunuluyor.
Görevimden ayrılmam konusunda Türk hükümeti ve Enver tarafından hiçbir düzenleme yapılmadığına ve tarafımdan da böyle bir istekte bulunulmadığına göre, Türkiye’deki görevimden ayrılmanın haşmetli İmparator tarafından emredilip emredilmediğinin bildirilmesini rica ederim.
Liman von Sanders
İki gün sonra Alman Genel Karargâhı’ ndan aldığım karşılıkta, Almanya’ ya çağrılmam düşüncesinden vazgeçildiği bildiriliyor ve Albay Lossow’ un karargâhıma atandığı da haber veriliyordu. Albay Lossow, 13 Ağustos’ ta geldi ve kısa bir süre kaldı. Karargâhta kendisine uygun bir yer bulamadığı için, az sonra ayrıldı gitti.
Bundan bir süre sonra, İstanbul’ da -Enver’ in haberi olmaksızın- düzenlenen bir oyunun ayrıntıları, yine İstanbul’ dan gizli olarak bildirildi. Fakat büyük çatışmaların özetlerini verdiğimiz bu yazıların içine, bu kişisel oyunları sokmak istemiyorum.
Bu arada, İstanbul’ dan ve çeşitli yerlerden aldığım ve düşmanın büyük bir çıkarma yapacağı yolundaki haberler, yukarıda söz konusu edilen olaydan daha az ciddi idi. Bunlardan yalnız birini yazacağım:
Alman Askerî Kurulu’nun yaveri, İngiliz birliklerinin zafer kazanmış olarak İstanbul’ a girmesini bekleyenlerin Beyoğlu’ nda hazırlıklar yaptıklarını ve yolları görecek pencerelerin şimdiden kiralandığını, İngiliz sefaret binasının düzenlenip yatakların bile hazırlandığını bildiriyordu.
Karşılık olarak yavere, Beyoğlu caddesinde benim için de bir pencere kiralamasını bildirdim.
Öte yandan Ayvalık, İzmir ve buna benzer diğer yerlerde yeni çıkarmalar yapılacağı dâ haber veriliyordu.
IX
ÇANAKKALE KARA MUHAREBELERİNİN İKİNCİ DÖNEMİ
Düşmanın beş yeni tümenle -ki bunlardan biri süvari tümeniydi ve yaya olarak savaşa sokuluyordu- giriştiği çıkarma harekâtı 6 Ağustosta başladı. Harekât, Arıburnu kuzeyinden Suvla Körfezinin kuzey kıyısına kadar sürüyordu. Ayrıca Seddülbahir’ deki Güney Grubuna ve Arıburnu Grubunun sol yanına da çok şiddetli saldırılar yapıldı.
Esat Paşa, ilk zamanlarda, saldırının kendi sol yanına yöneleceğini sanıyordu. Fakat daha 6 Ağustos akşamında, çıkarmanın Arıburnu’ ndan kıyı boyunca kuzeye uzandığı ve daha yukarılara da kuvvetli birliklerin çıkarıldığı anlaşıldı. Bu, kesin karar verilmesini gerektiren bir andı.
5.Ordu Karargâhına ilk haberler, akşam saat 9.00′ a doğru gelmeye başladı. Kurmay Başkanı Kâzım Bey, öğleden sonra bir danışma görüşmesi için Esat Paşa’ yı ziyarete gitmişti. Çıkarma başladıktan sonra geri dönemiyordu. Çünkü Arıburnu Cephesinin gerisi, şiddetli topçu atışı altına alınmıştı.
Çıkarma haberini alır almaz, Saros Körfezi kıyısındaki 7. Tümen ile 12. Tümene telefonla silâh başı yapmaları ve harekete hazırlanmaları emrini verdim. Aşağı yukarı bir saat sonra da, her iki tümenin zaman geçirmeden Büyük Anafarta doğusundaki Uzun Hızırlı yönünde yürüyüşe geçmelerini bildirdim. Esat Paşa, daha akşamdan önce, Kayatepe’ deki 9. Tümeni silâhbaşı ettirmiş ve kuzey yönünde yürüyüşe geçirmişti.
Bu tümen, 7 Ağustos sabahı Kocaçimen dağına güneyden yaklaşırken, İngiliz piyadesinin de aynı anda kuzeyden dağa çıkmakta olduğu haberi geldi. 9. Tümenin ilk birlikleri tepenin son kısmını tırmanırken, ilk İngiliz avcıları dağın tepesine ulaşmışlardı. Kısa bir çarpışmadan sonra Türkler, İngilizleri tepeden kuzeye doğru atmayı başardılar. Bu sırada yiğit Tümen Komutanı Yarbay Kannengiesser, birliğinin başında tepeye çıkarken göğsünden ağır yaralandı.
Anafarta çatışmalarında oluşan ilk buhran buydu. Eğer düşman, Kocaçimen dağının zirvesini elinde tutmuş olsaydı, bütün Arıburnu Cephesinin geriye çekilmesi gerekecekti. Çünkü bu yükseklik çizgisi, kuzeyde Anafarta derelerine olduğu gibi, güneyde de Çanakkale Boğazı’ na kadar olan alandaki topçu mevzilerine egemendi. Buradan bütün bölge tabak gibi görünüyordu.
Sular çekilmiş Akmazdere kuzeyinde bulunan Anafarta vadisindeki Sinantepe’ yi İngilizler 7 Ağustosta aldılar (burada Bursa Jandarma Taburundan bir bölük ve 33. Alayın 2. Taburu vardı) fakat Mestantepe’ nin doğusundaki İsmailtepe’ yi alamadılar.
Önemli bir yer olan Kocaçimen dağına, daha 7 Ağustos sabahında takviye birlikleri gönderildi. İlk gelen birlik, 4. Tümen oldu. Kendi cephesinde o günlerde sert çarpışmalar olmasına rağmen, Güney Grubu Komutanı Vehip Paşa bu tümeni kendiliğinden göndermişti. Tümene, Albay Cemil Bey komuta ediyordu.
Saros Körfezi’nden gelen 1. Tümen ile 12. Tümen’ den oluşan 16. Kolordunun Komutanı, 7 Ağustos günü öğleden sonra kolordusunun bildirilen hedeflere yaklaşmakta olduğunu haber verdi. Buna çok şaştım. Bu kadar çabuk gelebilmenin nedenini sorduğum zaman, komutan, birliklerin gece gündüz durmadan yürüdüğünü söyledi. Bunun üzerine, Anafarta ovasmdaki Anzak Ordusunun her iki yanma 8 ağustos sabahı erkenden taarruza geçilmesini emrettim.
İngiliz tümenleri, çıkarmalarını kuzeye doğru durmadan genişletiyorlardı. Binbaşı Willmer komutasındaki kıyı koruma birlikleri çok iyi dayanıyorlardı, ama durmadan artan düşmana karşı daha fazla direnemeyecekleri açıktı. Karaya çıkan İngiliz birlikleri ne kadar artarsa, durum o kadar kötüleşiyordu. Bu nedenle, 7. Tümen ile 12. Tümenin hemen taarruza geçmeleri gerekiyordu.
7 Ağustos günü, Anadolu yakasındaki birliklerin komutanı Mehmet Ali Paşa’ ya ön hatlarda olmayan taburlarıyla birkaç bataryasını Çanakkale’ ye göndermesi emredilmişti. Bu birliklerin Çanakkale’ den Kilya ve Akbaş iskelelerine aktarılması düşünülüyordu.
8 Ağustos sabahı, güneş doğmadan, 16. Kolordunun taarruza geçeceği Büyük Anafarta yönünde atla yola çıktım. Fakat buralarda kolordunun hiçbir birliğine rastlayamadım. Bu sırada ileri bir mevzi arayan 7. Tümenin Kurmay Başkanını gördüm. Bana kendi tümeni ile 12. Tümenin çok gerilerde olduğunu bildirdi. Ayrıca bu sabah bu bölgede bir taarruza girişmelerinin de söz konusu olamayacağını söyledi. Bunun üzerine, taarruzun akşam güneş battıktan sonra yapılmasını emrettim. Böylece, gece karanlığından yararlanarak düşman savaş gemilerinin atışından kurtulmak olanağı da vardı. O gün akşama doğru, Binbaşı YVillmer’ den aldığım bir haber, 16. Kolordu birliklerinin daha tarafımdan emredilen alana gelmediğini bildiriyordu. Bunun üzerine Kolordu Komutanına gecikme nedenini sordum. Aldığım yanıtta, çok yorgun olan birliklerin bir taarruz yapacak durumda olmadığını bildiriyordu.
Bu nedenle, daha o akşam, Anafarta çevresinde toplanan bütün birliklerin komutasını, Arıburnu cephesinin kuzey kanadında bulunan 19. Tümen Komutanı Albay Mustafa Kemal Bey’ e verdim.
İlk askerî başarısını Trablusgarp’ ta gösteren Mustafa Kemal, sorumluluk ve görevden zevk duyan bir komutan özelliği taşıyordu. Daha 25 Nisan sabahı 19. Tümenle ve hiçbir yerden emir almaksızın kendiliğinden çatışmaya katılarak düşmanı kıyıya kadar püskürtmüş ve bundan sonra üç ay süreyle kırılmaz bir güçle sürekli düşman saldırılarına karşı koymuştu. Ona tam anlamıyla güvenilebilirdi.
Nitekim 9 Ağustos sabahı erkenden, önceden üç kere emredildiği halde yapılmayan taarruz, Azmakdere’ nin iki yanında yapıldı ve düşman çeşitli yerlerden kıyıya doğru sürüldü. Mestantepe düşmandan geri alınamadı. Kaybedilen 24 saat içinde birçok İngiliz askeri daha kıyıya çıkmış bulunuyordu.
Anafarta savaşlarının ikinci buhranı da böylece atlatılmış oldu. Anafarta’ da düşmanın ilerlemesi ancak son dakikada durdurulabildi.
15 Ağustos günü öğleden önce, Kocaçimen dağına ve bitişiğindeki Conkbayırı tepesine, Mustafa Kemal’ in kendisinin düzenlediği ve yönettiği taarruzla düşman piyadesi, bu tepelerin kuzey yamaçlarına doğru geri sürüldü. Bu taarruza Güney Grubunun yedek kuvvetleri de katıldı. Bu taarruz sonunda, duruma egemen olan bu tepelerin Türkler elinde kalması kesin olarak sağlandı.
Yeni çıkarma yerinin en kuzeyindeki yalçın ve çıplak Kireçtepe sırtlarında, 15 Ağustos günü çatışmanın üçüncü buhranı başladı. Kireçtepe, Suvla Körfezi’ nden kuzeye doğru giderek yarımada ile Suvla Körfezi’ nin arasını kesiyordu.
Suvla Körfezi’ ne çıkarılan düşman, Kireçtepe’ de bulunan Gelibolu Jandarma Taburunun (bu birliğin emrinde iki de top vardı) tuttuğu yere, 8 Ağustos günü hafif, 9 Ağustos günü de şiddetli iki saldırıda bulundu. Fakat cesur Jandarma Taburu, tuttuğu yeri düşmana kaptırmadı. Bu olaydan sonraki günlerde, 5. Tümenin elde bulunan bütün birliklerini ve Ece limanında kıyı koruma görevi yapan küçük birlikleri Kireçtepe’ ye gönderdim. 10 Ağustosta İngilizler buraya çok büyük kuvvetlerle saldırdılar. Önce başarıya ulaştılar, sonra en yüksek hatta kadar çıktılar. Gelibolu Jandarma Taburu tam olarak erimiş ve yiğit komutanı Kadri Bey çok ağır yaralanmıştı. Düşman, 16 Ağustosta taarruzunu yeni birliklerle tekrarladı. Düşmanın buradaki kuvvetini, birbuçuk tümen kadar sanıyorduk.
Anadolu yakasından gelen Türk destek taburları Kilya ve Akbaş iskelelerinden tepeye kadar yürüyüşe geçmişlerdi. Fakat tepeye ulaşamıyorlardı. Bu birliklere, sırtta taşıdıkları eşyaları geride bırakmaları emredildi. Ama yine de bunların Kireçtepe’ ye tırmanmaları ve üzerinde ilerlemeleri çok zordu. Cephedeki düşmanın şiddetli ateşinden başka, Saros Körfezi’ ndeki savaş gemilerinin uzaktan yönelttikleri yan atışlar da çok kinciydi. Bu çok güç koşullara karşın, taburlar, oldukça çok zayiat verme pahasına Binbaşı YVillmer’ in buradaki birliklerine ulaştılar ve onlarla birlikte taarruza geçtiler. Akşam üzeri düşman, sırtın üst çizgisinden geri atılmış ve eski mevzilerine sürülmüş bulunuyordu.
İngilizler, bundan sonra da sırtın batı yamacında ve eteklerinde kaldılar ve birkaç küçük saldırıya rağmen toprak kazanamadılar.
Kuzeyde dış kanadımızdaki üçüncü bunalım da böylece atlatılmış oldu. Eğer 15-16 Ağustosta İngilizler Kireçtepe’ yi ele geçirebilselerdi, bütün 5. Ordu’ yu kuşatmış olacaklardı. Bu kuşatma sonunda da kesin sonucu lehlerine çevirmiş olurlardı. Çünkü Kireçtepe sırtları kuzeyden geniş Anafartalar ovasına egemendi. Kireçtepe’ nin doğu yamaçları da o durumdaydı ki, buradan Akbaş’ a uzanan bütün vadi boyunca yarımadayı ikiye bölen bir saldırı yapılabilirdi.
Bu hareketler sonunda ortaya çıkan durum şuydu: İngiliz kuvvetleri kıyıdan içerlere girememiş, bütün önemli tepeler Türklerin elinde kalmıştı. Arıburnu cephesi ile Güney grubunu geri çekilme zorunda bırakabilecek ya da arkalarını kuşatabilecek yarma hareketi boşa çıkarılmış, üstelik Arıburnu cephesi de kuzeye doğru biraz daha uzamıştı.
İngilizlerin her bakımdan üstün oldukları söz götürmez bir gerçekti ve bu durum onları başanya ulaştırabilirdi. İngilizler nereye çıkacaklarını biliyorlar ve ona göre hazırlık yapıyorlardı. Buna karşılık Türkler, İngiliz plânlarını uygulamaya geçilmezden önce bilmedikleri için yedek kuvvet bulunduramıyorlar, ancak İngilizler çıktıktan sonra tehlike gösteren yerlere yetişmeye çalışıyorlardı. Türklerde ise, ağır ve uzun menzilli toplar yoktu. Elde az sayıda bulunanların da gereken yönlere gönderilmeleri uzun zaman alıyordu. Bütün modern savaş silâh ve araçları İngilizlerin elinde bulunuyordu.
Hepimizde oluşan kanı şuydu: İngiliz komutanları, 6 Ağustos günü başlayan çıkarma harekâtında, her çıkarma yerinde en kısa sürede elden geldiğince çok ilerlemeye çaba gösterecekleri yerde, uzun zaman çıkarma alanlarında kalmışlar ve fırsatı kaçırmışlardı.
Düşman genellikle karşısındaki kuvvetlerin hareket nedenlerini tam olarak kestiremez. Fakat tahmin edilebilir ki, İngilizler, Anafartalar kesimindeki Türk birliklerinin zayıf olduklarını bildiğinden bu kadar çabuk destek alabileceklerini düşünememiştir. Ayrıca, her iki cephede de (Arıburnu ve Seddülbahir) taarruza geçtikleri için çok kuvvete gerek duymuş olabilirler. Bundan başka, çoğunluğu yeni ve genç askerlerden oluşan İngiliz birlikleri için bu yolsuz ve taşlık toprakta ilerlemek, çok güçlük göstermiş olabilir.
Kireçtepe olaylarını anlatırken, Türkler için çok önem taşıyan bir nokta üzerinde de durmak isterim:
İngilizler, karaya çıkar çıkmaz hemen ve hızla ilerlemiş olsalardı, ilk iki gün içinde Kireçtepe’ yi kesinlikle ele geçirirlerdi. Çünkü 6-7 Ağustos günleri 5. Ordunun Kireçtepe’ ye önemli ölçüde destek göndermesi -öteki bütün güçlükler yok sayılsa bile- birlikler arasındaki uzaklık dolayısıyla söz konusu değildi. İngilizlerin elinde ise, Türk birliklerinin kuzey kanadına saldırmak için gereken araç vardı. Bu araç, savaş gemilerinin korumasındaki nakliye filosuydu. İngilizler bunu başaramadılar. Bu kanada içten saldırmayı denediler ve burada çatışma geliştikten sonra kuzey kanadına dıştan saldırdılar. Ama artık geç kalmışlardı.
5.Ordu, yanlardaki alanların tehlikeye düşmesine önem vermeyerek, bu bölgelerdeki bütün kuvvetleri çekmiş ve Anafarta çıkarmasını önlemeyi başarmıştı.
Böylece ikinci kere, yukarı Saros bölgesi tamamen boş bırakılmış ve Anadolu yakasında üç tabur ile birkaç batarya kalmıştı. Anadolu yakasındaki bu az sayıdaki birlikler, düşmanı şaşırtmak için gündüzleri Bozcaada’ dan görülecek şekilde yürüyüşe çıkıyor ve geceleri yeniden karargâhlarına dönüyorlardı.
5.Ordu emirlerini her zaman vaktinden ve zaman yitirmeksizin vermiş, buna rağmen, her üç bunalımda da sonuç, ancak kıl payı bir farkla alınabilmişti.
Anafartalar çıkarması, ayrıntılı şekilde plânlanmıştı. Amaç, bir yandan Çanakkale Boğazı’ nı karadan Müttefiklere açmak, öte yandan 5. Ordunun geriyle bağlantısını kesmekti. Eğer Anafartalar çıkarmasıyla İngilizler, dilediklerini taktik bakımından elde etmiş olsalardı, Boğaz’ daki Türk bataryaları -cephaneleri de az olduğundan- bir süre sonra susmak zorunda kalacaklardı. Bir kere toplar aradan çıkınca, denizdeki mayınları toplamak da güç değildi. O zaman İngilizlerin kara ve deniz kuvvetleri birlikte büyük bir başarı kazanır, Çanakkale Boğazı’ nı geçer ve İstanbul’ a bir zafer yürüyüşü yapabilirdi. Türk-Bulgar Savaşı’ nda İstanbul’ u kurtaran Çatalca hattı, iki yandan düşmanın gemi atışlarıyla karşı karşıya kalacağı için pek önemsiz bir duruma düşerdi. İngiliz ve Fransızların bu ilerlemesine Ruslar da yardım eder ve onlar da bir çıkarma yapardı. Nitekim, Atina ve Bükreş üzerinden gelen pek çok haber, bugünlerde gemilerin ve birliklerin Odesa’ da toplandığını bildiriyordu.
Böylece Rusya ile Batı devletleri arasında güvenli bir bağlantı sağlanmış ve Türkiye, merkezî devletlerden kopartılmış olacaktı. Bu koşullar altında Bulgaristan’ ın tarafsızlıktan ayrılması ve bizimle işbirliği yapması olanağı da kalmayacaktı.
Sekizbuçuk ay süren Çanakkale savaşlarının ortalarına rastlayan Anafartalar çıkarması, işte bu nedenlerle, bu muharebelerin askerî ve politik açıdan zirve noktasını oluşturuyordu.
Büyük Anafarta çıkarmasında, Türk-Alman donanmasının en önemli yardımı, önceden de belirtildiği gibi, gemilerden sökülüp bize verilen makineli tüfekler olmuştu. Bu makineli tüfekler, önce İsmaîltepe’ de kullanıldı ve buranın düşman tarafından ele geçirilmesini önledi. Denizaltıların bu savaşta bir rolü olmadı.
Barbaros Hayrettin savaş gemisi, Kepez’ e cephane ve savaş malzemesi getirirken, 8 Ağustosta Gelibolu önlerinde bir İngiliz denizaltısı tarafından torpillenerek battı. Müstahkem Mevki Özel Deniz Komutanlığı ise, yarımadanın dış kıyılarında yaptığımız büyük savaşlara katılmamış, bu konuda rol oynamamıştı.
21 Ağustos günü düşman, o zamana kadar Anafartalara çıkardığı bütün kuvvetleriyle hem Anafartalar ovasında, hem de bunun iki yanında büyük bir taarruza girişti. Taarruz çok şiddetli oldu ve bize büyük kayıplar verdirdi. Ama son yedeklerin ve bu arada bir süvari birliğinin kullanılmasıyla Türkler tarafından önlendi.
Çeşitli İngiliz gazeteleri, Ağustos ayındaki çarpışmalarda İngilizlerin kayıplarını 15 bin ölü ve 45 bin yaralı olarak gösterdiler. Bize gelince, 22-26 Ağustos muharebeleri boyunca 26 bin yaralı geriye gönderildi. Yarımadadaki hastaneler, savaş günlerinde ihtiyacı karşılayamadığından, yaralıların deniz yoluyla İstanbul’ a gönderilmesi zorunluluğu doğdu. Alman Kızılhaç’ı tarafından Türk hastanelerine gönderilen doktorlar (Binbaşı Tautzscheler’in hastanesi ile Graf Hohen berg’ in bağışladığı ve başarıyla yönettiği hastane ve Dr. Stutzen’ in hastanesi), yardım ediyorlardı. Fakat bunlar bile, böyle önemli ve olağanüstü durumları karşılamaktan uzaktı. Ne var ki ordu, çatışma süresince bulaşıcı hastalıklardan uzak tutuldu. Bu çok sevindirici bir durumdu.
Önceden de belirttiğim gibi, 6/7 Ağustos gecesi, Saros Körfezimde ne kadar işe yarar birlik varsa hepsi, 5. Ordunun desteklenmesi için Anafartalar’a gönderilmiş bulunuyordu. Boş kalan yerler, Ağustos ortalarında, von der Goltz’un komutasındaki 1. Ordu bölgesine geçti. Mareşal Goltz da karargâhını Gelibolu’ya taşıdı. Gerek bu bölgede, gerekse Anadolu yakasında, bu savaşlar boyunca başka çatışma olmadı. Savaş gemileri, arada sırada Saros Körfezi kıyısına yerleşmiş ve iyi şekilde gizlenmiş Türk birliklerine açtığı ateşle önemli zararlar veremedi. Durum, Anadolu yakası için de böyleydi.
Düşmanın bütün hareketi, yarımada üzerindeki üç cepheye yönelmişti. Güney bölgesindeki Seddülbahir cephesine düşmanın ilk hattı Kirte’ nin 1200 metre kadar yakınına ilerlemişti. Bir yıkıntı durumunda olan Kirte köyünü ele geçirmek için düşmanın giriştiği hareketler püskürtülmüştü. Sağ yanda iki Fransız tümeni, ortada ve sol yanda da üç İngiliz tümeni yer almıştı. Bununla birlikte, bu birliklerin sağa ya da sola sürülmesi, bölge sınırlarında ve birliklerin bölünmesinde değişiklik yapılması sık sık oluyordu. Bu cephede bizim kuvvetimiz, Vehip Paşa komutasındaki 5. Tümen ve kimi zaman da 4. Tümendi. Düşman karaya çıkardığı bataryaların sayısını her zaman artırıyordu. Bununla birlikte Türklerin topçu durumu da epeyce düzeldi. Bunlar, Türk Topçu Yarbayı Asım Bey tarafından ustalıkla yönetiliyordu.
Güney cephesindeki savaşlar her zaman çok şiddetli oluyordu.
Esat Paşa komutasındaki Arıburnu cephesinin sol yanı, Anafarta çıkarmasından sonra, düşmanın kuvvetli bir kuşatma hareketinden korunmak için hazırlıklı bir tümen tarafından Kabatepe önüne kadar uzatıldı.
Kayatepe’de bulunan ‘Ara Grubu’, Güney Grubu ile bağlantı sağlıyor ve Maydos çukurunun güneyden yan atışına alınabilen tepelerini güvenlik altına alıyordu.
Mustafa Kemal komutasında yeni kurulan Anafarta Grubu, Kireçtepe’nin kuzey yamacından başlayarak güneye doğru uzanıyor, Kocaçimen dağını içine alıyor ve Arıburnu Cephesinin sağ kanadıyla doğrudan birleşiyordu. 6. Tümen de bu gruba bağlıydı.
Anafartalar ovasında, kıyıya paralel olarak uzanan Anafarta Grubu Cephesindeki bütün tepeler Türklerin elinde ve Türk topçusunun denetimi altında bulunuyordu. Üzülerek belirteyim ki, bu topçu hem azdı, hem de -sahra topçusu da- modern değildi. Cephane azdı. Onun için, bu düz arazide İngilizlerin bu kadar uzun süre tutunmaları söz konusu olamazdı.
Türklerin Kireçtepe’ deki dış sağ kanatları, Binbaşı Wilmer komutasındaki 11. Tümen tarafından savunuluyordu. Bu kesim, düşmanın cephe atışlarından başka, Saros Körfezi’ nde bulunan savaş gemilerinin sürekli yan atışı altında da tutuluyordu. Türkler bu gemilere kimi zaman 8.8 çapında uzun menzilli toplarla ya da 15’lik obüslerle baskın şeklinde ateş açıyorlar ve onları uzaklaşmak zorunda bırakıyorlardı. Fakat bu gemiler, Türk toplarının menzili dışına çıktıktan sonra atışlarını sürdürüyorlardı.
Suvla Körfezi, İngiliz cephesinin kuzey yanına yapılan yardım ulaşımı için kullanılıyordu. Bu nedenle körfezde kimi zaman 12-15 gemi saydığımız olurdu. Bunlar, denizaltılara karşı ağlarla koruma altına alınıyorlardı. Buradan daha çok, sağ yandaki 11. Tümen değil de, daha güneyde bulunan 12.Tümen cephesine atış yapılıyordu.
Başlangıçta, Albay Selâhattin Bey’ in ve sonraları Yarbay Hevek’ in komuta ettiği 12. Tümen, siperlerini düşmana yakın olmak için ovada kazmak zorunda kalmıştı. Kışın sürekli yağmurlarda siperlerin tabanları çoğunlukla su içinde kalıyordu. Biricik avuntumuz, Tuzlu Göl’ e daha yakın olan ingiliz siperlerinin durumunun bundan çok daha kötü olduğunu düşünmekti.
Güneyde, Azmakdere’ ye kadar 9. Tümen vardı ve İsmailtepe, bu tümenin kilit noktasını oluşturuyordu. Azmakdere’ nin güneyinde Arıburnu Grubuna kadar uzanan bölgede üç Türk tümeni daha vardı.
Çıkarmanın ilk günlerinde, yararlılık gösteren Anafartalar Grubunun yetenekli Topçu Komutanı Binbaşı Lierau, Kireçtepe ve İsmailtepe’ den yaptığı topçu atışlarıyla bazı İngiliz gemilerini batırmıştı. İngilizlerin çekilmesinden çok zaman sonra bile, kuzey kıyısı boyunca, birbiri yanında batmış pek çok İngiliz gemisi görülebiliyordu.
5.Ordunun bütün topçusu, eylül ayında, Alman Batı Cephesinden gönderilen Albay Gressmann’ ın emrine verildi Bundan az önce de ağır topçu Albay Wehrle’ nin emrine verilmişti.
Düşmanın şiddetli saldırıları, hiçbir başarıya varmadan, Eylül ve ekim aylarında da sürdü. 4 Eylül günü İstanbul’ daTürk Karargâhından zayıf yürekleri telâşa düşürebilecek serüvenli bir haber geldi. Bu haberi, bir komutandan, hatta resmî bir makamdan ne garip haberler alınabileceğini göstermek için olduğu gibi aşağıda aktarıyorum:
Genel Karargâh
Not: 1478 İstanbul: 4.9.1915 Düşmanın aşağıda belirtilen plânları varmış:
Büyük savaş gemileri, Boğaz’ ın ağzındaki istihkâmların dikkatini kendi üzerine çekmek ve Türklere cephane harcatmak için uğraşırlarken, kısmen var olan ve kısmen de gelecek malzemeyle dar Bolayır hattı üzerinde bir demiryolu yapılarak buradan 200 savaş teknesi Marmara’ ya geçirilecekmiş. İyi donatılmış bu 200 tekneyle İstanbul’ un ele geçirilmesi düşünülüyormuş. Bu teknelerin 50 tanesi, bir büyük savaş gemisinden daha ucuza mal oluyormuş. Bu nedenle, İstanbul’ un ele geçirilmesi girişiminde bulunanlardan pek çoğu batsa bile, uğranacak zarar ve ziyan önemli olmayacakmış vb.
Bu hikâyenin tek kelimesi olsun gerçeğe ve mantığa uygun değildi. O zaman bu haberin altına ben “Bu haber sanırım ’80 Günde Devriâlem’ kitabından aktarılmış” diye not düşmüştüm.
Birçok tanınmış İngiliz gazetesi, 23 Ağustosta kendi kuvvetlerinin Gelibolu yarımadasında önemli ilerlemeler sağladığını yazmış ve Türk-Alman subayları arasındaki ilişkilerle ilgili yanlış haberler vermişlerdi.
Bundan dört hafta sonra haberim olunca, Alman Genel Karargâhına aşağıdaki telgrafı göndererek bu haberlerin yalanlanmasını istemiştim. Bu telgraf, karargâhımdaki düşünceleri yansıtması açısından önemlidir.
Bigalı Çevresindeki Ordugâhtan:
23.9.1915 İngilizlerin büyük kuvvetlerle giriştikleri Anafarta çıkarması, tam bir yenilgiyle sonuçlanmıştır. İngilizler, Arıburnu’ nda olduğu gibi Suvla Körfezi’ nde de ancak donanmalarının koruması altında kıyı kesiminde tahkimat yaparak tutunabilmişlerdir. İngiliz ordugâhları tamamen deniz kıyısında bulunmaktadır ve bu dar kesimdeki bütün tepeler Türk Ordusunun elindedir. Yarımada üzerindeki bütün yollar açıktır, hiçbir nokta kesilmemiştir. İngilizlerin bütün taarruz girişimleri kendilerine çok ağır gelen sonuçlara mal olmuştur. Türk-Alman subaylar arasında çekişme olduğu haberi uydurmadır. Bu haberi sızdıran İstanbul’ daki gizli kaynak bir anlaşmazlık çıkarmaya uğraşmakta, fakat bunu başaramamaktadır. Türk-Alman subaylar arasındaki ilişkiler düşünülebilecek en iyi şekildedir. Her iki taraf da cesur Osmanlı Ordusunun başarısından övünç duymaktadır.
Liman von Sanders
Zor zamanların eğlenceli olaylarından biri olarak, Alman asıllı bir Amerikalı tarafından o sıralarda bana gönderilen mektubu da söz konusu etmek isterim:
“Sayın General,
Gazetelerde önce yaralandığınızı, sonra hasta olduğunuzu, en sonunda Türk subayları tarafından öldürüldüğünüzü, bir başka gazetede de padişahın hışmına uğradığınızı ve savaş alanında öldürüldüğünüzü okuduktan sonra, şimdi Kassel’ de bulunan dostum General Eisentrunt’ tan sağlık haberinizi aldım. Size en iyi dileklerimi sunarım vb.”
Bulgaristan Eylülde Merkezî Devletler tarafına geçince, 5. Orduda İstanbul-Almanya yolunun açılması dolayısıyla Alman malzemesinden, özellikle topçu cephanesinden yararlanmak umudu uyandı. Bu umut, yolun Sırbistan’ daki kısmının Almanya tarafından açılmasıyla ancak kasım ayında gerçekleşti.
Eylülün ikinci ve ekimin birinci yarısında, Güney cephesindeki 2. Orduya bağlı birlikler geri çekildi ve öteki bazı birliklerle birlikte Trakya’ ya gönderildi. Cepheden alınan bu tümenlerin yerine, Saros Körfezi kıyılarında bulunan 1. Ordu birlikleri getirildi. Bu birliklerdeki erlerin çoğu Arap’ tı. Bunların yetiştirilmeleri de, cesaretleri de Gelibolu yarımadasında sürüp giden çarpışmalara uygun değildi, O kadar ki, bunların arasına çok kere -bir dereceye kadar tutunabilmelerini sağlamak amacıyla- İtfaiye Alayının yetişmiş ve cesur dört taburunu sokup yerleştirmek gerekmişti. Bu Arap birlikleri, özellikle taarruz için hiç uygun değillerdi.
2.Ordunun durup dururken Gelibolu’ dan alınıp Trakya’ ya gönderilmesi, bir zorunluluk sonucu olmadığı gibi, uygun bir önlem de değildi. Gerçekten düşmanın bütün cephelerde baskısı o kadar güçlüydü ki, bizde de cephedeki birliklerin -İngilizlerin yaptığı gibi- sık sık değiştirilmesi gerekli ve uygun olabilirdi. Ama Çanakkale savaşlarında kesin sonuç daha alınamamıştı ve Türklerin zaman zaman elverişli yerlerde taarruza geçmeleri gerekiyordu. Bunun için de yedek kuvvetlere gerek vardı. Oysa 2. Ordu birlikleri 1916 şubatında bile hiçbir iş yapmadan Trakya’da bekliyordu.
Birliklerin değişmesinden sonra Güney Grubu Komutanlığına Vehip Paşa’ nın yerine Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Paşa atandı.
Ekim ayının ortalarında Mareşal von der Goltz, 6. Ordunun başına, Irak cephesine gönderildi. Saros Körfezi’ ndeki kolordunun komutanlığına da Türk Genel Karargâhı tarafından Albay Back atandı.
Bu kıtalar, savaş boyunca, küçük birlikler olarak çatışma ve keşif işleri görmede büyük gelişme gösterdiler. Bu hizmetler için cepheden gönüllü istendiğinde, pek çok asker hemen ileri atılıyordu. Anadolu askerinin yetişmesinin ancak belirli bir sınır içinde olacağı görüşü, tam olarak yanlıştı. Ne var ki, onun taarruz amacıyla bu tâlim ve terbiyeyi alması ve bunu kendinde ikinci bir özellik durumuna getirmesi biraz uzun zaman alıyordu. Anadolu askeri, iyi ve hareketli komutanların yönetiminde, keşif ve taarruz işlerinde kendisinden istenen her görevi yerine getirecek güçteydi. Türk birliklerinin bu hizmetlerinin çok övüldüğünü ve beğenildiğini, Softatepe Ordugâhında sonradan elime geçen bazı ingiliz emirlerinde de gördük.
Çanakkale savaşlarının sonbaharda başarıyla bitirileceği konusunda İngiliz makamlarında bir umutsuzluğun başladığını Châmberlain’ in 21 Ekimde Hindistan Genel Valisine gönderdiği telgraftan anlamıştık. Bu telgrafta, “Bizim Çanakkale’ deki amaçlarımız ve durumumuz son derece belirsizdir” deniyordu.
1 Kasımda düşmanın Gelibolu’ ya yeni bir çıkarma yapacağı, Almanya’ dan bildirildi. Gerek bu haber, gerekse Bern’ den gelen ve donanmanın 24 Kasımda Çanakkale’ yi yeniden zorlayacağı yolundaki bir başka haber doğru çıkmadı.
Uzun süreden beri beklenen Alman topçu cephanesi sonunda kasım ayı içinde 5. Orduya ulaştı. Bu durum, savaşın bizim başarımızla biteceği umudunu güçlendirdi. Aradan geçen zaman içinde Türk topçusu çok iyi yetişmiş ve başarılı atış yapacak duruma gelmişti. Ne var ki kötü nitelikli ve yetersiz cephane yüzünden ancak küçük sonuçlar alabiliyordu. Bu durum da artık gözle görülecek kadar değişmişti.
Merkezî Devletlerin Çanakkale’ ye yardım olarak gönderdiği ilk birlik, 15 Kasımda Çanakkale’ ye geldi. Bu, 24 mm çapında çok iyi ve motorlu bir Avusturya bataryasıydı. Bu batarya, Anafarta Grubunun sol kanadına yerleştirildi ve kısa sürede Mestantepe’ yi çok etkili biçimde ateş altına aldı. Bunu aralık ayında gelen Avusturya’ nın 15′ lik obüs bataryası izledi. Bu batarya, Güney Grubuna verildi. Gelibolu’ ya, İngilizlerin çekildiği güne kadar bu iki bataryadan başka kuvvet gönderilmedi. Çanakkale savaş alanında bulunan Alman er, astsubay ve subayların sayısı en çok 500 kişiye kadar çıkmıştı.
1915 Kasımının sonunda 5. Orduda büyük bir taarruz plânının hazırlıklarına başlandı. Düşmanın Arıburnu Cephesinin bir kesimi ile buna bitişik olan Anafarta cephesinin sağ kanadını yarmayı düşünüyorduk. Böylece her iki cephe de dış kesimlere doğru çekilmeye zorlanacaktı. Bu amaca ulaşmak için gerekli destek 2. Ordudan verilecek, teknik birlikler ise Almanya’dan gönderilecekti. Alman ordusu Albay Berend, Yarbay Klehmet ve Binbaşı Lethes’ i Gelibolu’ ya gönderdi. Bunlar gerekli gözlemleri ve hazırlıkları yapmakla görevliydiler. Taarruz için ayrılan tümenler birbiri ardından cepheden çekildiler ve cephe gerisinde hazırlanan siperlerde eğitimlere başladılar.
Düşman, kuzeydeki iki cepheden birden çekilerek, bu plânın uygulanmasına olanak vermedi.
Sonradan açıklandığı üzere, Gelibolu yarımadasını boşaltma düşüncesi önce Lord Kitchner’ in aklına gelmiş. Bu Lord kasım ayında Gelibolu’ daki İngiliz cephelerini bir bir gezmiş, bunların durumlarını ve başarı olanaklarını incelemiş. Bunun üzerine, burada yapılacak bir harekâtta başarı umudu kalmadığı düşüncesini ileri sürmüş, boşaltma sırasında büyük kayıp verilmeyeceği kanısında olduğunu belirtmiş. Oysa öteki İngiliz komutanları, boşaltmanın İngilizlere pahalıya mal olacağı düşüncesindeymişler. Ama olaylar, Lord Kitcher’ i tam olarak haklı çıkarmıştır.
Düşman açısından, Anafartalar çıkarması başarıyla sonuçlandıktan sonra bile, var olan araçlarla bu savaşın iyi bir sonuca varması olasılığı pek güçlü görünmüyordu. Çünkü düşman bütün cephelerde çok az ilerleyebilmiş, bu bile kendisine pek pahalıya mal olmuştu. Bütün önemli noktalar Türklerin elindeydi. Bu durumda, düşman tarafından verilebilecek en uygun karar, bu saldırıdan vazgeçmek olabilirdi.
Saldırıda başarı olasılığının kalmaması, boşaltmanın temel nedeni olarak düşünülebilir. Ama ikinci derecede bir neden olarak, Merkezî Devletlerin Türkiye’ ye Balkanlar üzerinden bir yol açmaları da ileri sürülebilir. Bu durum, düşmanın buralara yeni kuvvetler göndermesi girişimini zayıflatmıştır.
Nedenleri ne olursa olsun, biz, son dakikaya kadar başarıyla gizlenen bu boşaltma girişiminden haberdar olamadık. Yalnız böyle bir olasılık, 5.Ordu tarafından düşünülmüş ve bu konu, bütün komutanlara yazıyla bildirilerek dikkatleri çekilmişti. Fakat geri çekilme o kadar ustaca yapıldı ki, Türk ileri hatlarında bile durumun farkına varılamadı.
Gelibolu yarımadası ve kıyı 19/20 Aralık gecesi kalın bir sisle örtülüydü. Düşmanın topçu atışları gece yarılarına kadar alışılmış şiddette devam etti, sonra biraz hafifledi. Düşman gemi toplarıysa çeşitli yönlere atış yapıyorlardı. 19 Aralık günü, Güney Grubunda bir düşman saldırısı geri püskürtüldü.
İşte o gece İngilizler, Arıburnu ve Anafarta cephelerinden geri çekildiler.
5.Ordu açısından durum aşağıdaki şekildeydi:
Saat 1.00 ile 2.00 arasında düşman, Arıburnu cephesinde bir lâğım patlattı. Türk birlikleri bunun üzerine lâğım çukurunu ele geçirmek için ileri harekete geçti, ama kimseye rastlamadı. Düşmanın ön hatlarını yoklayan yandaki bölükler ise, düşmanın tek tük ve çok hafif bir ateşiyle karşılaştı. Biraz sonra bu ateş de kesildi ve siperler Türkler tarafından ele geçirildi. Bu durum bütün komutanlara bildirildi. Böyle bir olasılık için önceden bir düzenleme yapılamadığından, bu komutanların ön siperlere gelişine kadar zaman geçti. Yine de çok sisli olduğundan ileriye gidilemedi. Düşman siperlerinin üzerinden geçen yollar engellerle kaplıydı ve önce bunların kaldırılması gerekiyordu. Aynca çeşitli yerlerde de ayak lâğımları vardı. Nitekim bunlar patladı ve kayıp vermemize, karışıklıklar çıkmasına yol açtı. Düşman artçıları, bu yüzden rahatça uzaklaşmak fırsatını buldular. Birliklerimizin bu ilerlemesi sırasında düşman gemileri, geçilecek yerleri ateş altında tutuyordu. Kıyı, her ne kadar çok yakınsa da, karanlık gecede ve sis içinde dik ve taşlık bayırlardan aşağı inmek kolay değildi. İlk birlikler kıyıya vardıkları zaman, artık ortada düşman yoktu. Yalnızca savaş gemileri kıyıyı toplarıyla durmadan dövüyorlardı.
Düşman çekilişi, Anafartalar Cephesinde de aynı şekilde oldu. Yalnız burada alınan yanlış haberler yüzünden emir vermede bazı karışıklıklar oldu. Sisin çok yoğun olmadığı birkaç noktada, kıyıdaki kırmızı fenerlerin ışığını gören bazı küçük birliklerin komutanları düşmanın yeni bir çıkarma yapacağı düşüncesine kapılmış ve bu yanlış kanı, telâşa yol açmıştı. Nitekim ilk haberler bana da karargâhımda ve saat 4.00′ ten önce bu yanlış ve inanılmaz şekliyle ulaştı. Ben hemen alarm verdim ve süvari de içinde olmak üzere bütün yedeklerin ilerlemesini emrettim. Her birlik, kendi kesimi içinde doğruca kıyıya ilerleyecekti. Fakat emirlerin birliklere kadar ulaştırılması işi -hele iki dile çevrilerek anlatılması söz konusu olunca umut edildiği kadar çabuk yürümedi.
Açık bir yerde bulunan Anafartalar Grubu, ileri harekâtında birçok lâğım tarlasına rastlayarak önemli kayıp verdi. 126. Alay ve öteki bazı birlikler, kıyıya yaklaştıkları zaman düşman artçılarına rastladılar ve kısa süren çatışmalar oldu. Fakat buralarda düşman hemen hemen hiç kayıp vermeden gemilerine binmeyi becerdi. Çekilme son derece ölçülü ve düzenli yapıldı.
Düşman topları, çevremizde ele geçirilen birkaçı dışında, önceden geri çekilmiş ve gemilere yüklenmişti. İngiliz bataryalarının mevzileri kıyıya çok yakın olduğundan bu iş kolaylıkla başarılmıştı. Gerçi düşmanın bazı bataryalarının ateş kesmesi ya da tek topla ateşe devam etmesi bazı topçu komutanlarımızın dikkatini çekmişti, ama buna o kadar önem verilmemiş ve yukarıya bildirilmesine gerek görülmemişti. Çünkü daha önce de topların sık sık yer değiştirdiği ve bunların yerinin gemi ateşleriyle örtüldüğü görülüyordu.
İngilizler geri çekilirken pek çok savaş malzemesi bırakmışlardı. Suvla Körfezi’ nden Anburnu’ na kadar olan alanda beş küçük gemi, 60′ tan çok nakliye sandalı kıyıya bırakılmıştı. Dekoviller, telefonlar ve tel örgü malzemesi, yığınlarla her çeşit gereç, eczaneler, birçok sağlık malzemesi ve su filtresi terk edilmişti. Büyük ölçüde piyade ve topçu cephanesi, çok sayıda toparlaklar ve araba parkları, her cins silâh, sandıklar dolusu el bombası ve makineli tüfek namluları bırakılmıştı.
Birçok konserve kutusu, un ve arpa yığınları, dağlar gibi yığılmış odun bulduk. Düşmanın bütün çadırlı ordugâhları olduğu gibi bırakılmıştı. Çekilme, bu şekilde tam olarak gizlenebilmişti. Gemilere yüklemeye fırsat bulunamayan bir sürü at da öldürülerek atılmıştı.
Yarımadada kalan son birliklere çekilme emrinin birdenbire verildiği, birçok çadırdaki masaların üzerine yeni getirilmiş yemeklerin el sürülmeden bırakılmış olmasından anlaşılıyordu. Ordugâhlarda bulduğumuz emirlerden geride kalan birliklerin on iki gece içinde gemilere yüklendiği anlaşılıyordu. Bu emirlerden bazı yararlı şeyler de öğrendik.
Anafartalar cephesinde düşman -geceleri de görülebilmesi için- iki yanı kireçle beyazlatılmış kum torbaları dizili yaya yolları yapmıştı. Son birliklere çekilme sırasında böylece yol gösterilmiş ve geniş ayak lâğımı tarlalardan tehlikesizce geçmeleri sağlanmıştı.
Bütün bu çekilme sırasında İngiliz birliklerinin kıyıdan uzaklığı 1 ile 4,5 kilometre idi. Bu nedenle, İngilizlerin buradan çekilmesini Avrupa’ daki bazı çekilmelerle karşılaştırmak doğru değildir.
Bu çekilme harekâtıyla düşman bütün savaş alanını bırakmış değildi. Seddülbahir’ deki düşman cephesi ve birlikleri yerlerinde kalmıştı.
5.Ordu, 20 Aralık günü, karşısında düşman kalmayan iki cephenin en iyi bataryalarının Seddülbahir’ e gönderilmesini emretti. Ayrıca en iyi el bombacılarının, gözetleme ve istihkâm erlerinin de Seddülbahir’ e gönderilmesi birliklere bildirildi. Düşmanın ilerde bazı girişimlerde bulunmak üzere Seddülbahir’ i bir üs olarak elde tutması söz konusuydu. Düşmanın mevzii burada çok güçlüydü, aynca denizden de gemi ateşleriyle özel olarak korunabiliyordu. Bu görüşü savunanlar, Seddülbahir’ in ikinci bir Cebelitarık olabileceğini ve Selanik mevziini tamamlayabileceğini söylüyorlardı. 5. Ordu bu düşüncede değildi. Fakat düşmanın burada uzun süre kalması olasılığı vardı ve buna izin verilmemeliydi.
Bu bakımdan düşmanın Seddülbahir’ deki cephesine karşı bir taarruz plânının hazırlanmasına hemen başlandı. Almanya’ dan gönderilmesi düşünülen teknik birliklere de bu plân çerçevesinde yer verildi. Seddülbahir’ de bulunan dört tümenden başka 8. Tümenin de katılacağı bir taarruz düşünülüyordu. Bu amacı gerçekleştirmek için Trakya’ daki 2. Ordu dan yardım istemeye gerek yoktu. Boşalan cephelerin kıyı kesimlerinde yeteri kadar koruma bırakarak kalan birlikler Seddülbahir’ e getirilebilirdi. Artacak birliklerin ise hemen Trakya’ ya gönderilmesi, Türk Genel Karargâhının emirleri gereğiydi,
1915/1916 yılbaşı gecesi, İstanbul’ daki Alman Ateşemiliteri aracılığıyla Alman Ordusu Komutanlığına bir telgraf gönderdim. Bu telgrafta şunu öneriyordum: “İngilizlerin Gelibolu yarımadasından tam olarak çekilmelerinden sonra Çanakkale Ordusu, Dimetoka-İskeçe üzerinden düşmanın Selanik’ teki ordusunun sağ yanına ve gerisine taarruz etmeli ve Alman-Bulgar ordusu da aynı kuvvetlere karşı cepheden harekete geçmelidir.”
Görüşüme göre, düşmanın Selanik’ teki kuvvetleri hem Türk kıyıları için sürekli bir tehditti, hem de Avrupa’ yla planlanan tek bağlantımızın her an kesilmesi gibi bir tehlike yaratıyordu.
Telgrafıma bir karşılık alamadım. Alman Genel Karargâhı başka bir görüş taşıdığı için mi, yoksa önerimiz Türk orduşunun Selanik cephesinden taarruza geçmesi anlamını taşıdığı için mi cevap verilmedi, bilmiyorum.
1916 yılı ocak ayının ilk günlerinde Seddülbahir’ deki kara topçusunun yavaş yavaş azaldığı görülmeye başlandı. Bazı düşman bataryaları tek topla ve mevzilerini sık sık değiştirerek atış yapıyordu. Buna karşılık gemi topları -en büyük çaplı olanlar bile- atış şiddetini artırdılar. Aynca topçu malzemesinin geriye gönderildiği de Anadolu yakasından gözetleniyordu. Akşamları ya da gece karanlığında düşman hatlarına gönderilen keşif kollarımız ise, her zaman güçlü bir direnmeyle karşılaşıyorlardı.
Taarruza katılmak için gönderilen birliklerin bir kısmı ile 12. Tümen Güney Cephesine gelmişti. Türklerin sağ kanadının karşısında bulunan ve kuzeye çıkıntı yapan bir İngiliz siperi, düşman topçusunun yan atışları için çok uygun bir yer oluşturuyordu. Bu nedenle burasının 7 Ocak günü 12. Tümenin bir hücumuyla ele geçirilmesi kararlaştırıldı.
Biz bu hazırlıklar içindeyken, 5 Ocakta, Türk Genel Karargâhı 5. Ordunun 9. Tümeninin hemen geri alınarak Trakya yönünde yürüyüşe geçirilmesini emretti. Böyle bir önlemin alınmasına Güney Cephesindeki durum uygun olmadığı gibi, Trakya’ da da bu tümene gerek yoktu. Durumu Enver’ e bir telgrafla anlattım, Çanakkale seferi son şeklini almadan, durumu tehlikeye düşürecek böyle bir harekâtı kabul etmektense, Türkiye’ deki görevimden bağışlanmamı rica ettim. Bunun üzerine söz konusu emir telgrafla geri alındı. Bu konuda da yine bir çeviri yanlışlığı mı oldu, yoksa önce bana bildirildiği şekilde bir düzen alındı da sonra bundan vaz mı geçildi, bir türlü anlayamadım.
Düşünülen taarruzu 12. Tümene 7 Ocak günü yaptırdım.
İki saat süren şiddetli bir topçu atışından ve pek çok lâğım patlatıldıktan sonra harekete geçen tümen, büyük bir direnmeyle karşılaştı. Buna rağmen, bir ölçüde başarılı oldu ve düşmandan biraz yer kazandı.
Güney Cephesinde düşmanın mevzilerini gece bırakıp gitmesi olasılığı Türk birliklerine bildirilmiş ve dikkatli davranmaları istenmişti. Gerektiğinde topçuya siperler üstünden geçebilmek için birçok yerde gezici köprüler hazırlanmıştı. Anadolu yakasındaki 26. Tümenden Yüzbaşı Lehmann komutasındaki bir sahra top taburu, Kumkale burnuna kadar sürülmüştü. Bu toplar, 8 ve 9 Ocak geceleri Seddülbahir’ in menzili içine giren kesimlerini ateş altına aldılar. Ayrıca Müstahkem Mevkiin İntepe dolaylarındaki topçusu da buraları ateş altında bulunduruyordu. 8/9 Ocak gecesi düşman Güney Cephesini de boşalttı, ilk hattaki düşman, atışlarımıza karşılık vermeyince, Türk birlikleri ileri atıldılar. Bazı kesimlerde kanlı çarpışmalar oldu. Ama bütün dikkat ve çabamıza rağmen düşman çekilmeyi başardı. Düşman birliklerinin büyük kısmı, güney uçtaki çıkarma iskelesine kadar yürütülmemiş ve en kısa yoldan yarımadanın yan kıyılarına indirilerek uygun yerlerde her çeşit araca bindirilip gemilere geçirilmişti. Bu sırada artçılar, siperlerden ateş yağdırıyorlardı. Gemi toplarının atışı da kara topçusunun yerini tutuyordu.
Türk birlikleri, güneş doğmadan her yandan kıyıya ulaştılar. Birçok yerde lâğım tarlaları önünde durmak zorunda kalmışlar ve çok kayıp vermişlerdi. Bu tümen, kıyıya varıncaya kadar 9 top ele geçirmişti.
Güneş doğarken batı kıyısında bir düşman nakliye gemisi topçumuzun atışıyla batınldı. Çevredeki düşman torpidoları, bunun üzerine batan geminin yanından şiddetli bir ateş açtılar. Çünkü geminin bir denizaltı tarafından batırıldığını sanmışlardı. Oysa düşman çekildiği sıralarda bizim denizaltılarımız ortada bile yoktu.
Bu cephede de ötekiler kadar bol savaş malzemesi ele geçirildi. Bunlar arasında her çeşit arabadan oluşmuş parklar, büyük bir otomobil parkı, yığın yığın silâh, cephane ve istihkâm malzemesi vardı. Burada da bütün çadırlı ordugâhlar ve barakalar -kısmen bütün düzenleriyle- yerlerinde bırakılmıştı. Yüzlerce hayvan kurşun ya da zehirle öldürülmüş, dizi dizi yatıyorlardı. Öldürülmekten nasılsa kurtularak çevreye dağılan bir kısım at ve katır yakalanarak Türk topçusuna verildi.
Öteki cephelerde olduğu gibi burada da un ve diğer yiyecek maddelerinin bir kısmının üzerine zehirli bir sıvı akıtılmış, işe yaramaz duruma getirilmişti. Çekilmeden sonra da, günlerce İngiliz savaş gemileri bu geride kalan ordugâh ve malzemeyi yok etmek için kıyıları dövdü durdu. Savaş alanlarının temizlenmesi ve boşaltılması iki yıl kadar sürdü. Ele geçirilen büyük ölçüdeki malzeme Türk ordusunda kullanıldı. Konserveler, un ve odun, gemilerle İstanbul’a gönderildi (Erlerin hemen alıp kullandığı yiyecek ve giyecekler dışta tutuldu). Bundan sonraki günlerde savaş bölgesindeki Türk erlerinin şuradan buradan ele geçirdikleri çeşitli üniformalarla giyinip kuşanmaları görülecek bir manzaraydı. Hepsi çocuk gibiydi. O kadar ki, bazan tuhaflık olsun diye İngiliz gaz maskelerini başlarından çıkarmıyorlardı.
Çarpışmaların en şiddetlendiği dönemde, asıl cephede ve yanlarda, 5. Ordu emrine verilen tümenlerin sayısı 22′ ye ulaşmıştı. Bütün bu Türk birliklerinin cesaretleri, direnme güçleri ve vatan savunmasındaki inançları, her türlü takdirin üstündeydi. Deniz filolarının atışlarıyla en büyük desteğini gören düşman birliklerinin cesaretli saldırılarına rağmen, bu Türk birlikleri sayısız çatışmada yerlerini korudular.
5.Ordunun Çanakkale savaşlarındaki kaybı çarpışmaların şiddeti ve devamıyla orantılıdır. Bütün zayiat 218 bin olup bunun 66 bini şehittir. Yaralılardan 42 bini iyileştikten sonra cepheye dönmüştür. Çanakkale savaşlarında öyle Türk alayları vardı ki, aldıkları destekle 5 bin ere ulaşmıştır.
Gelibolu yarımadası karargâhı ocak ayı sonunda Lüleburgaz’ a geçen 5. Ordu emrinde bırakıldı ve Gelibolu Komutanlığına Cevat Paşa atandı.
Çanakkale savaşları bittikten sonra, Türk Genel Karargâhına, Bolayır’ ın batısında bir kanal açılmasını önerdim. Böylece, yüzyıllardan beri süren ve İstanbul’ a batıdan gelen tek yolu elde tutma gerçekleşmiş olacaktı. Kanal açılması önerimdeki temel düşünce, İstanbul’ u bir üs olarak elde bulundurmak zorunda olan Türk donanması için Marmara’ dan Akdeniz’ e çıkışı sağlayan güvenli bir ‘ikinci denizyolu’ sağlamaktı. Saros Körfezi’ ne çıkan ve aşağı yukarı 30 kilometre uzunluğundaki bu kanal, Boğaz’ ın en dar olan giriş kısmına göre daha güçlükle abluka edilebilirdi. Saros’ daki kanal için Bozcaada’ nın hiçbir önemi olmayacağı gibi, İmroz adası’ nın da kısmî bir önemi vardı. Trakya’ nın bütün araçlarının-gönderileceği Saros Körfezi’ nin kuzey kıyısı güçlendirilir ve oralara kıyı bataryaları da yerleştirilirse, iyi bir dayanak sağlanabilirdi. Gerçekte kanal denizden o kadar içeride bulunacaktı ki -yarımadanın kuzey kıyısı iyi savunulursa- düşmanın burada etkili olması olanaksızdı.
Bu kanalın açılmasının, Türkiye’ nin Avrupa’ daki toprakları için, büyük ekonomik yararı da vardı. Uzmanlara yaptırdığım incelemelere göre, 5 kilometre uzunluğundaki bu kanalın yapılmasında hiçbir teknik zorluk yoktu. Bu işin hiç değilse ileride dikkate alınmasını dilerim.
Buraya kadar söylediklerimle, Almanya’ da çok az bilinen Çanakkale Savaşlarının bir değerlendirmesini, ordu komutanı gözüyle yaptım. Bütün savaşların tek tek ayrıntıları konusunda söz hakkı Türk Genelkurmayının dır.
Kasım 1919
Liman Von Sanders