AKBAŞ CEPHANELİĞİNE BASKIN
İzmir ve Akhisar cepheleri teşekkül etti, artık cephenin silah ve cephaneye, hatta askere ihtiyacı vardı. Biga kazası dahilindeki halkın elinde bulunan silah ve cephaneler kısmen olsun toplanmıştı. Daha fazla silah ve cephane için, denizin öte yakasındaki Akbaş cephaneliğine baskın yapılarak orada ne kadar mühimmat varsa bu tarafa geçirilmesi planlanmaktaydı. Acaba buna imkan bulunabilir miydi?
Fransızların muhafazasında ve deniz aşırı yerde icra edilecek bu görev için birçok deniz ve kara vasıtaları gerekiyordu. Haydi kara vasıtalarını bulduk diyelim, Akbaş’ tan kaçıracağımız mühimmatı denizden nasıl ve ne ile içerilere taşıyacaktık? Çanakkale’ nin burnunun dibinde çok yollu İngiliz torpido ve harp gemileri duruyordu. Mesafe torpido için onbeş dakika, ayrıca telefon irtibatları da vardı…
Baskını yapmak, yüzde doksan dokuz yakalanmak, ölmek veya sürülmeyi göze almak demekti. Fakat bu işlerde bu kadar ince düşünülürse yapılamazdı. Bunun için şöyle bir plan hazırlanıp uygulamaya geçildi;
Evvela Dramalı Rıza bey, Umurbey nahiye müdürü Reşadeddin beyle birlikte Lapseki’ den Gelibolu tarafına geçti. Oralarda bir çiftlikte bulunan hemşehrileriyle görüştü. Cephaneliğin girdisini çıktısını, subay ve erlerin yatıp kalktıkları yerleri görmek ve öğrenmek imkanlarını araştırıyorlardı. Köylüler bu cephanelikteki subaylara her zaman tavuk, yumurta ve meyva gibi şeyler satıyorlardı. Rıza beyde yanına bir arkadaşını alıp, eski püskü köylü elbisesi giyip, sepetlerine yumurta ve tavuk koyuyorlar, önüne bir eşşek katarak gidiyorlar.
Rza bey biraz da ucuz vermek suretiyle Fransızlarla ahbaplığı ilerletiyor ve her gidişinde yanına başka bir arkadaşını alarak, hepsine cephaneliği ve nöbetçilerin yerlerini, erat koğuşunu, subay odalarını gösteriyor.
Birinci derecede önemli olan bu zor görev tamamlandıktan sonra, Hamdi beye vaziyeti bildiriyor. Hamdi bey bir şekilde, Çanakkale’ deki mütareke komisyonuna müracaatla onların Bolayır motorunu bir gün için Kuvayı Milliyenin Umurbey iskelesindeki erzaklarının Karabiga’ ya nakli için istiyor.
Çan nahiyesiyle Lapseki arasında ne kadar at, eşşek, katır, deve, araba, kağnı, varsa hepsini bir gecede Umurbey’ e yığdılar.
O gece Bolayır motoru emirlerindeydi.
Lapseki’ deki Milli Teşkilatın başında hancı Lütfü bey, kafadarı İbrahim ağa gibi hatırı sayılır vatansever adamlar vardı. Bunlar içten içe o bölge halkını mücadeleye hazırlıyordular. İşte şimdi de Lapseki, Çardak ve Gelibolu iskelesinde ne kadar kayık, mavna, motor varsa Umurbey iskelesine sevkediliyordu. O gece bu bilgi Rıza beye bildirilip, karşıdan karşıya ışıkla tekrar tekrar işaretler verilip haberleşiliyordu.
Şimdi işin ilk aşamadaki sorumluluğu Akbaş semtinde Rıza beye düşüyordu.
Bu arkadaş geceleyin bir baskınla Fransız subay ve erlerini bağlayacak, bir tarafa hapsedip onları zararsız hale getirdikten, telefon hatlarını kestikten sonra kapılar kırılarak depolar açılacak, silah ve cephane Umurbey’ den gelecek nakil vasıtalarına taşınacaktı. Acaba bu iş Çanakkale’ deki İngiliz kuvvetleri duymadan başarıya ulaşabilecek miydi?
Bu görevin yerine getirilebilmesi için son derece bilgili, atik ve cesur olmak lazımdı, bunu da ancak bu tığ gibi delikanlıdan başkası yapamayacağı için, Rıza beye verilmişti bu önemli vazife.
Rıza bey yanındaki onbeş kişi ile gecenin karanlığından da faydalanarak yatsı zamanı önce subay odasına girmiş, henüz şarabını içmiş, çakır keyif olan yüzbaşı ile teğmeni ve hizmet erini yakalamış:
“eğer konuşmaya veya bağırmaya kalkışırsanız silahla değil şu kama ile kafanızı keserim. Maksadımız sizleri öldürmek değil, bizim başka işimiz var” deyip, başlarına iki nöbetçi koymuş ve doğruca dış nöbetçilerin yanına giderek böyle şeyleri rüyalarında bile akıllarına getirmeyen nöbetçilerin de silahlarını alarak, bir araya toplayıp bağladıktan sonra yüzbaşının odasına sokmuşlar.
Mevcut telefon hattını kestikten sonra erat koğuşuna gidilmiş, burada da askerler erken yatmış olduklarından dışarıda bir nöbetçi varmış, onu da yakalayıp uzaklaştırırken, koğuştaki silahlıkta bulunan tüfekleri toplayıp dışarıya taşırken askerlerin bazıları uyanıp da bu acaip durumu görünce baskına uğradıklarını anlamakta gecikmemişler.
Erat koğuşundaki askerlerde kaldırılmış, sonra birer birer elleri bağlanarak yüzüstü yataklarına yatırılmışlar.
“kimse kıpırdamasın, yoksa öldürürüz” diye, uyarmışlar.
Askerlerin hepsi olduğu yerde bırakılmış ve başlarına yeteri kadar nöbetçi bırakılarak, depolar açılmış.
Artık heyecanla Umurbey’ den gelecek taşıtları beklemeye başlamışlar. Ali Rıza bey böylece üzerine düşen vazifeyi yapmış, bütün silah depoları, mühimmatın taşınmasına hazır hale getirilmişti.
Şimdi Umurbey iskelesine dönelim: 26-27 şubat 1920 gecesi karanlık kavuşur kavuşmaz bütün mavnalar, yelkenli kayıklar, motorlar Çanakkale’ den gelmiş olan Bolayır motoruna bağlanarak (bu motor bir vapur kadar büyük ve kuvvetli idi), kaptana ışıkların söndürülmesi emredilmiş ve hareket edilmişti.
Umurbey nahiye müdürü Reşadeddin bey ( sonradan asiler tarafından şehit edildi) ve diğer Milli Teşkilata memur olanlar, yüzlerce amele ve taşıtı köylerden iskeleye indirmişler, onlarda silah ve cephanenin gelmesini heyecanla bekliyordu. Hamdi bey bizzat bu deniz kafilesinin başındaydı.
Ali Rıza bey, Akbaş iskelesinden arasıra karşıya ışıkla işaret veriyor ve cevap bekliyordu, nihayet beklediği işareti aldı.
Umurbey kafilesi geldiği zaman bütün silah depoları ve cephanelikleri emirlerine hazır durumdaydı. Hemen açık olan kapılardan beraberlerinde getirilen onlarca amelenin yardımıyla, silah ve cephane sandıkları taşınmaya başladı. Bir kısmı taşıyor, bir kısmı mavnalara, kayıklara yüklüyor, dolan vasıta vakit geçirmeden yelken açarak, kürek çekerek, yola çıkıyordu.
Silah, cephane, muhabere aracı, istihkam malzemeleri ve askeri malzeme ne varsa yüklendikten sonra koğuşlardaki erlerin başında nöbetçi bırakıyorlar, iki subayı da vapura koyarak Umurbey iskelesine dönüyorlar (subayların gözleri bağlı vaziyette).
Gelen malzeme çeşitli taşıtlara yüklenerek doğruva Çan pazarı istikametine sevk ediliyor ve Yenice nahiyesine depo ediliyor. Getirilen iki Fransız subayı gözleri bağlı olarak iskelede bırakılıyor. Başlarındaki nöbetçi sabaha kadar bekliyor, ondan sonra da ayrılıyor ve Bolayır motoru da doğruca Karabiga’ ya gidiyor.
Sabahleyin bu müthiş ve akıllara durgunluk veren olay Çanakkale’ de ve sonra da İstanbul’ da bir bomba gibi patladı. Gazeteler bu haberi büyük başlıklarla ve sevinçle yayınlıyorlardı.
AKBAŞ CEPHANELİĞİ HAKKINDA TAMAMLAYICI BİLGİ
Akbaş, Gelibolu ile Eceabat arasında ve sahilde bir mevkidir. Birinci dünya savaşından mağlup çıkan Osmanlı ordusunun Çanakkale kısmındaki bu yerde sekiz bin rus tüfeği, kırk adet rus makinalı tüfeği, yirmi bin sandık cephane olduğu tahmin ediliyordu. Ayrıca muhabere ve istihkam malzemesi de vardı. İstanbul hükümeti bu silahları ve cephanenin bir kısmını İstanbul’ daki itilaf devletlerine vermeyi vadetmiş. Onlar da o tarihlerde çarlık rusyasına karşı isyan halinde olan vrangel ordusuna göndereceklermiş. Bu silah ve cephaneleri rusya’ ya nakletmek için de bir rus vapuru Gelibolu’ ya gelmiş, beklemekte iken, Türk Milli Akıncıları depoyu bu arada boşaltmış ve karşı yakaya nakletmiş oldular.
İtilaf devletleri bundan sonra hemen Bandırma’ ya ikiyüz kişilik bir İngiliz müfrezesi çıkararak o havalideki silah depolarının muhafazalarını temin etmek istediler. Fakat Mustafa Kemal Paşa’ nın daha önce o havalideki komutanlara verdiği emirle alınan tedbirler sayesinde, İngiliz kuvvetleri hiçbir varlık gösteremeden geriye dönmek zorunda kaldılar.
O sırada Karabiga’ daydım. Bolayır motoru Karabiga’ ya geldikten sonra baskının nasıl yapıldığını, Fransızların nasıl yakalanıp cephaneliklerin nasıl boşaltıldığını, kaptandan öğrendik.
Gelen Bolayır motoru, Halit bey çiftliğinin sahildeki sazlıklarına baştan kara etti. Gemi otlar ve sazlarla örtüldü, Bolayır küçüktür, amma ne de olsa bir teknedir, ne kadar örterseniz yine de dikkatlice bakan ve etrafı dikkatle inceleyen dürbünlü gözlerden kaçamazdı.
Tayfalarla birlikte kaptan da karaya çıktı. Gemideki eşyaları karaya boşalttık, kara tarafından bir hücum beklemek yanlıştı, fakat denizden her an bir İngiliz saldırısı olabilirdi.
Sazlığa ilk yanaştığımız gün gelen, giden, arayan, tarayan olmadı, böylece akşamı ettik ama kuşkuluyduk.
Sular karardı, akşam ve yatsı ezanları okundu, deniz durgun, hava sakindi. Düpedüz serilmiş bir çarşaf gibiydi. Sakin ve rahat bekliyorduk, bekleyişimiz uzun sürmedi, tan yerinin ağarmasına vakit kalmadan etrafımız ve liman birdenbire ışıklandı. Üzerimize kuvvetli bir projektör çevrilmişti. Bütün kıyı boyunca, çarşı, mahalleler ışıldak aydınlığı ile tarandı.
Işıldakla etrafı tarayanlar aradıklarını bulmakta gecikmediler. Deniz üstü ecnebi filikalarla doldu. Filikalar iskeleye yanaşıyor, iskele üstünde konuşmalar oluyordu, İngiliz’ di bunlar…
Bir İngiliz bahriyelisinin rum olduğu şivesinden anlaşılıyor, o kötü, kötünün kötüsü, cibilliyetini belli eden şivesi ile bir üsteğmene emrediyordu:
“nahiye müdürünü İngiliz komutan gemisine istiyor”
Nahiye müdürü İsa bey adında bir zattı. Bu çağrılışın neden dolayı olduğunu anlamıştı, gidecek miydi?
Eğer giderse kendisine :
“sazlıktaki geminin tayfasını bize teslim edin” diyecekti. İsa bey bunu istese de yapamazdı, buna imkan ve ihtimal olmadığını kendisi de biliyordu.
Bir nahiye müdürünün hükümetin mütareke şartlarına uygun hareket etmesi de lazımdı. Kendisine:
“gemi tayfasının Biga’ da Kuvayı Milliye komutanının yanında olduklarını ve Karabiga’ da Biga’ dan inmiş, Milli Teşkilatın bir çok silahlı adamı bulunduğunu, karaya çıkacak olan askerlerinin halka herhangi bir kötü harekeleri görüldüğü takdirde ateş etmelerinin mümkün olduğunu, bizim bunlara karşı koyacak bir kuvvetimizin bulunmadığını, gemi komutanına anlat” diye, tenbih ettik ve cesaret vererek gönderdik.
Amiral, müdürü çok iyi karşılamış, sonra söz sırasında:
“motorun tayfasını ve kaptanını teslim etmezseniz bu gece Karabiga’ yı yakacağız” diye, tehdit etmiş.
Müdür:
“bu adamların Biga’ da Kuvayı Milliyenin emrinde olduklarını, Karabiga’ lıların bu işle hiçbir ilgileri ve suçları olmadığı gibi, bu hareketin kanunsuz ve haksız olacağını, Milli Kuvvetlerin Karabiga’ da oldukça fazla silahlı adamları ve makinalı tüfekleri bulunduğunu, şimdi hal ve hareketleri takip etmekte olduklarından hoşa gitmeyen bir hareket tarzı karşısında ateş açmaları ihtimali olduğunu” söylemiş.
Müdüre kahve ikram edilmiş ve serbest bırakılmıştı. Bir kısım deniz erleri kamışlar arasındaki motora gittiler ve onu yüzdürerek getirdiler, merasimle İngiliz bayrağı çektiler. Götürmek için, içinde kömür yokmuş, dışarıda iskele başında ağaçalr vardı, bu ağaçlardan odun yaptılar, ateşlediler, istim teminine çalıştılar, arasıra gemi komutanına verdiği mühleti birer saat uzatıyordu.
“bir saate kadar teslim etmezseniz ateş edilecek” diye, haberler gönderiyordu. Bu emre aldıran yoktu, artık gece yarısı olmuştu ki, Bolayır’ ı da arkalarına takarak geldikleri gibi, Çanakkale’ ye doğru Karabiga burnundan dümen kırdılar. Bu hadise de böylelikle kapanmış oldu.
İZMİR’ İN İŞGALİNDEN SONRA MUHTELİF VİLAYET MINTIKALARINDAKİ ÇETELERİN DURUMU
Yunan ordusunun İzmir’ den Anadolu’ nun içine doğru zehirli bir ok gibi saplanmasından sonra, seferberlik sonlarına doğru dağa çıkan çetelerde yer yer uyanışlar başladı, Milli hisler galeyana geldi, artık onları vatan hizmeti ve müdafaası çağırıyordu.
Çünkü, eskiden düşman sınır boylarında iken, şimdi evlerine, köylerine gelmişti.
İzmir, Manisa, Aydın civarındaki efeler birleşiyor, Kuvayı Milliyenin emrine giriyorlardı. Bunlardan Yörük Ali efe, Demirci efe gibi sayılı kahramanların mahallen yaptıkları teşkilatla topladıkları efeler, Yunanlılara karşı saldırmaya, düşmana büyük darbeler indirmeye başlamışlardı.
Manyas havalisinde de Çerkes Ethem çetesi vardı. Ethem, daha önce İzmir valisi Rahmi beyin çocuğunu İzmir’ den kaçırarak, otuzbin lira fidye aldığından, hükümetçe takip ediliyordu. O sırada Hamidiye kahramanı Rauf bey, Manyas’ a giderek Ethem’ i ikna etmiş ve o civarda teşkilat yapan Anzavur’ a karşı görevlendirmişti.
Ethem’ in yunan ordusuna iltica ettiği tarihe kadar, bir çok isyanı bastırdığı apaçık bir gerçektir.
Maalesef Lapseki’ de Arnavut İzzet ve Laz Mehmet çeteleri, Ezine’ de Arnavut Aziz çetesi, Milli mücadeleye katılmamış, Biga’ da Kara Hasan çetesi dağıtıldıktan sonra diğer çetecikler, silah bırakarak evlerine, köylerine sığınmışlar, faydaları olmadığı gibi zararları da olmamıştır.
Gönen mıntıkası da aynı durumda idi. Yalnız yunanlılar, işgal edipte son yıllarda Türk halkına zulüm ve işkence yapmaya başlayınca, Gönen efeleri tekrar sahneye çıkmış, Yunanlıları fırsat buldukça vurmuş, Biga’ da çingene Ali, Dimetokalı Tahsin ve Yeniçiftlikli Mehmet çeteleri de aynı suretle Yunanlıları vurmaya başlamıştı. O günlerde bu çetelerin haydutluk sayılan bu gibi faaliyetleri, Yunanlıları yurttan çekilinceye kadar yıldırmış ve Milli mücadeleye hizmet etmiştir.
Bunun aksine 1337 ve 1338 yıllarında ben, Alaca kazasında iken çerkes katil İlyas isminde birisinin kumanda ettiği yetmiş seksen kişilik bir eşkıya çetesi gördüm ve tanıdım. Bu çetenin arkasında Milli cepheden mecburen ayrılmış, bir süvari alayı ve iki de jandarma süvari bölüğü dolaşırdı. Çok gaddar, adeta yunan çıkarlarına hizmet eden haince hareketleri vardı.
Kötü bir rastlantı sonucu, onun elinde iki jandarma arkadaşımla 24 saat esir kalmıştım. Bu yirmidört saat boyunca hep Mustafa Kemal Paşa’ ya ve Milli Teşkilata karşı ateş püskürüyordu. O sıralarda dahiliye vekili Fethi Okyar dı. Onun yolunu kesmeye ve ruslardan hükümetimize yardım olarak Ankara’ ya gönderilen rus altınlarını çalmak için dolanırken bana rastlamıştı. Benden bu iki meseleyi sordu:
“dahiliye vekili Fethi beyin Yozgat’ dan Çorum’ a geçtiğini ve altınların da iki gün önce, benim korumam altında Yozgat’ a götürüldüğünü “ söyledim.
Bana inanmadı, etrafa atlı göndererek soruşturma yaptırdı. Doğruluğuna inandıktan sonra bir çerkes köyünde, çerkes kızlarının ve ihtiyarların aracılığı ile beni serbest bırakmıştı ki, buna benzer vatan haini çeteler de yok değildi.
Devam edecek…