3.BÖLÜM
ÇERKES ETHEM KUVVETLERİ GELİYOR
Anzavur’ un ikinci Biga baskınından sonra aradan bir hafta kadar geçmişti ki, Çerkes Ethem kuvvetleri, emrinde kendi çetelerinden başka Parti Pehlivan gurubu ve bir alay da asker olmak üzere bir sabah erken saatlerde sel gibi Gönen üzerinden Biga’ ya akmaya başladı.
Anzavur’ un azraili olan Çerkes Ethem’ in geleceğini bir gün önceden haber alan Anzavur, bunu İstanbul’ a bildirmiş olacak ki bir harp gemisi sabahleyin erkenden Karabiga’ ya gelerek aynı gün Anzavur’ u ve yakınlarını alarak oradan ayrılmış ve Ethem kuvvetleri hiçbir engelle karşılaşmadan şehri ele geçirerek asayişi eline almışlardı.
Hafta sonu Biga’ nın Çerkes Ethem tarafından elegeçirildiği haberini aldık ve gündüz sivil giyinerek Çanakkale’ den çıktık.
Biga, çete ve askerlerle doluydu. Mutasarrıf vekili olarak, gelen alaydan Yarbay Emin bey, idareyi eline almıştı. Biga’ da hapishaneden tahliye edilen mahkum ve tutuklular toplanıyor: Milli kuvvetler aleyhinde cinayet işleyenler asılıyor, kurulan darağaçları şehirde korku iklimi yaratıyordu.
Şunu da inkar etmemek lazımdır ki, inkılap günlerinde bu üç ayakların memlekette düzeni kurmakta büyük rol oynadığı ve bu hareket tarzının çok faydalı olduğu daha önce de görülmüştü. Asılanlar arasında Biga’ lı Çerkes Hacı Mus’ ta vardı.
Bu defa Ethem kuvvetleri, Biga’ ya girerken bir adamcağızın ölümüyle biten bir olay olmuş, herkes bunu hem anlatıyor, hem de acıyarak gülüyordu.
Olay şöyle olmuş;
Çerkes Ethem kuvvetleri, Gönen üzerinden Dimetoka istikametine yürürken, çetelerin korkusundan Dimetoka’ ya kaçmakta olan Anzavur adlı, yetmiş yaşlarında Osmaniye köyünden bir adamcağız, öküz arabası üstünde bir çete gurubuna rastlıyor. “Nereye gidiyorsun, adın ne?” Diye soruyorlar. Gayet saf bir tavırla ve yarım Türkçesiyle;
“Ben Anzavur, Dimetoka’ ya gidiyorum” diyor.
Çete başı;” ne? Anzavur mu?”
“Evet, vallahi ben Anzavur’ um, yalan mı söyleyeceğim” der demez, hemen elindeki dolu tüfeğini bu ihtiyar ve günahsız adamcağıza boşaltıveriyor.
Arabadaki kadınlar Türkçe bilmiyor ki olayı aydınlatsınlar. Zaten bu ihtiyar da Türkçe derdini anlatamamış ki başına bunlar gelmiş.
Çoluk çocuk başlarına gelene feryat figan ağlaşırken, bu çeteciler de Anzavur’ u vurduk diye Biga’ ya doğru atlarını çatlatacak derecede dört nala koştururarak, Çerkes Ethem’ e müjdeyi götürüyorlar.
Ethem bir yanlışlık olduğunu anlamakta gecikmiyor, çünkü; Anzavur Karabiga’ ya gitmiş ve limana gelen İngiliz zırhlısı ile Marmara’ dan İstanbul’ a doğru gidiyordu.
Bu ihtiyar ise Türkçesi az olmasının kurbanı olmuştu.
Anzavur bir gün önce Milli Kuvvetlerin Gönen’ den harekete geçtiğini ve sayılarını öğrenmiş, kürt Mehmet çavuşu da vekil bırakarak “padişahtan yeni kuvvetler almaya gidiyorum” diye, Biga halkına da koynundaki Kur’anı göstererek kandırmıştı.
Çerkes Ethem gurubu oldukça kuvvetli idi. Kendi çetesiyle birlikte, Parti Pehlivan isminde Rumeli’ li cesur bir adamın da dörtyüz kişilik çetesi ve tam teşekküllü topçu birlikleri dahil bir piyade alayı vardı. (Parti Pehlivan, Çerkes Ethem çetesiyle Yunanlılara kaçarken ayrılmış, Milli Kuvvetlere katılmıştı.)
Ethem’ in kardeşlerinden Binbaşı Tevfik bey’ le Reşit bey de yanında idi. Meşhur celladı İbrahim de aç kurt gibi dolaşıyor, asacak insan arıyor, icraat kusursuzdu.
O sırada Lapseki kaza mıntıkasında Anzavur’ un tohumundan meydana gelmiş insanlar türedi. Bergaz (Umurbey) İlçesi müdürü çok çalışkan, vatansever ve Akbaş cephaneliğinin baskınında hizmeti geçen Reşadettin bey’ i öldürdüler, cesedini sokaklarda sürüklediler.
Birinci dünya savaşının ikinci senesinden beri milletin kanını emen, ırz ve namus bırakmayan, gaddar iki eşkıya çetesi vardı. Bunlar Arnavut İzzet ve Laz Mehmet çeteleri idi. Lapseki halkına rahat ve huzur vermiyorlardı.
Biga’ daki Arnavut Rahman ve arkadaşlarını kılavuz alan Binbaşı Tevfik bey, bu bölgeye doğru yola çıkmışlar. Zaten kulakları kirişte olan Lapseki eşkıyaları Tevfik bey kuvvetlerinin gelmekte olduklarını haber alarak kaçmaktansa bunlara teslim olmaya karar vermişler ve Çardak yolunda Tevfik beyi karşılamışlar. Bu hareket tarzı, Tevfik beyin hoşuna gitmiş, onlara iyi davranmış, kendilerine bir ceza vermeyeceğine söz vermiş, bu iki kafile o gece Çardak’ ta konaklamak üzere yerleşmişler ve o gece uykuya yatmışlar.
ARNAVUT VE LAZ ÇETELERİ DARAĞACINDA
Tevfik beyden yumuşak, iyi muamale gören eşkıyalar, gece yarısı kalkmışlar, Çardak nahiyesinde paralı kim varsa, kapılarını zorla açtırıp sabaha kadar haraç toplamışlar, gördükleri güzel kadınlara ve kızlara tecavüz etmişler, kulaklarından küpelerini, kollarından bileziklerini almışlar. Bunlara Arnavut Rahman’ ın arkadaşları da katılmış.
Sabah olunca ilçeden bir heyet Tevfik beyin karşısına çıkmış;
“Biz sizi kurtarıcı biliyorduk, üç senedir milletin kanını emen Arnavut İzzet ve arkadaşları, Rahman çetesiyle birlikte bu gece bizi kasaba içinde soyup soğana çevirdiler. Bunu siz mi yaptırdınız? Haydutlar bu cesareti nereden alıyorlar?” diye ağlayarak dert yanmışlar.
Bunu üzerine Tevfik bey hemen bu çete ve yanındakileri toplattırmış, kaçan olursa vurun emri vermiş. Bir araya toplanan çetelerden akşamki rezaletleri işleyen onbeş kişiyi yakalayarak hemen oracıkta hükümet meydanındaki çınar ağaçlarında,” yaşasın adalet! Yaşasın Kuvayı Milliye!” haykırışları arasında astırmıştır.
Anzavur Rahman postu zor kurtarıyor, onun iyi olduğuna akşamki soygunlarda bulunmadığına şahadet ediyorlar, İzzet ve diğer lazlar, bu arada yıllardan beri işledikleri çeşitli cinayetlerin cezasını, geç de olsa asılarak ödemiş oluyorlar.
Bu ceza, vilayet çapında her tarafta bomba etkisi yarattı, çok yerinde bir iş yapılmıştı. Şimdi herkes Milli Kuvvetler için can veriyordu.
Biga’ ya mutasarrıf olarak jandarma Albayı Avni Bey geldi (Birinci Büyük Millet Meclisinde Saruhan Milletvekili). Çanakkale jandarma tabur komutanı Binbaşı Ali Rıza Bey’ de bazı subaylar ve eratla tekrar Biga’ ya geldi ve vilayet jandarma komutanlığını üzerine aldı. Hükümet kadrosu günden güne teşekkül ediyor, bütün devlet ve millet işleri yolunda gidiyordu.
Ali Rıza Bey Çanakkale’ den ayrılırken orada en son eratı toplamak üzere çok cesur bir başçavuş bırakmıştı. Bu arkadaş Biga’ nın Kemer köyünden İshak ağanın oğlu Kemal idi. Onun da artık oradan çekilmesi, son postayı da beraberinde getirmesi emredilmişti. Çanakkale’ de hükümetin beş tane damızlık cins aygır atları vardı. Bu atlar da jandarma ve süvari kışlasındaydı. Bunlarında beraberinde kaçırılması düşünülmüş, Kemal çavuşa bu konuda haber gönderilmişti. Bunu üzerine Kemal çavuş, içlerinden en güvendiği jandarmaları seçerek plan yapmış, herkes uykudayken, atların seyislerinden birini de yanına alarak, atları hazırlarlar.
Orada bulunan ve fikirlerine karşı çıkanları da iple bağlayıp bir odaya kapatıyorlar.
Atlara ahır içinde biniyorlar ve hastane bayırına doğru yollanıyorlar. O sırada İngilizler, Kuvayı Milliye’ den şüphelendikleri için çevreyi devriye ve makinalı tüfeklerle sarmışlar. Yol kenarında ve şehrin çıkışında İngiliz devriyesi sesleniyor. Bu atlar uzun zamandan beri dışarı çıkmamış, yatkın ve istekli olduklarından birden dörtnala kalkınca, nöbetçiler korkularından ve bu nal şakırtıları kendilerini takip ediyor sanıp kaçıyorlar, onlar da bu şekilde şehirden dışarı çıkıyorlar.
Böylece bu cesur arkadaş, Çanakkale’ deki jandarmaları ve değerli atları getirir.
Bu olay Çanakkale hükümeti ve özellikle İngilizleri bir hayli sinirlendirmiştir. Daha sonra Kemal çavuş, genç yaşında felç geçirerek ölmüştür.
ANZAVUR’ UN İZMİT MUTASARRIFLIĞI
Milli Kuvvetler Biga’ ya yerleştikten sonra, Anzavur’ un buralarda bir rolü kalmamıştı. Balıkesir vilayet koltuğuna oturmaya muvaffak olamayan mirimiran Ahmet paşa, bu defa da İstanbul hükümetince İzmit mutasarrıflığına tayin edilmişti. İzmit’ e giden Anzavur, ayağında çizme, bu çizmede sokulu bir kırbaç, belinde fişeklik ve barabellum tabanca, elinde bir filinta, sakalına uygun başında bir de siyah kalpak, bir hafta vilayette kendini gösterdikten sonra 1336 Nisan ortalarında, Bolu, Adapazarı, Düzce, Hendek çevresinde görevlendirilmiş ve onun kuvvetlerine hilafet ordusu diye bir de isim verilmişti.
Anzavur oralarda da kısmen çerkesleri ve abazları tahrik etmeye muvaffak olmuşsa da, ordu birliklerinin amansız müdahaleleriyle ve onun azraili Çerkes Ethem’ in saldırısı ile asilerin tamamı yok edilmiş, O da atından düşerek ayağının incinmesi bahanesiyle İstanbul’ a kaçarak canını kurtarmış.
Peyam-ı sabah gazetesinin 9 Nisan 1336 tarihli sayfasında şöyle yazmıştı;
“Son dakikada selahiyettar bir menbadan vuku bulan istihbarata göre, teşkilatı milliye ile mücadele-i kahramanesiyle temayüz etmiş olan Ahmet Anzavur beye mirimiranlık rütbesi tevcih olunmuş ve ehemmiyeti mevkiiyesine binaen tekrar Karesi mutasarrıflığına tayin edilmiştir.” (halbuki mirimiranlık rütbesi daha evvel verildiğine dair bilgiler mevcuttu.)
14 Nisan 1336 da Anzavur, Bandırma’ da şehzade Cemalettin ile buluşmuş, biricik silahı olan Kur’an ve imanını orada da ortaya atmış, o zaman ki Bandırma müftüsü de O nu desteklemişti.
Anzavur, 15 Nisan 1336 dan, Haziran sonlarına kadar İstanbul hükümeti ve Yunanlıların nam ve hesabına bütün faaliyetlerini Adapazarı, Düzce, Bolu havalisinde yürütmüştü.
Ne tesadüftür ki, Ali Kemal,14 Nisan 1336 tarihli gazetesinde, İstanbul rumlarından beşyüz kişilik bir gönüllü kafilesinin İzmir’ e sevk edilmiş olduğunu, utanmadan, övgü dolu sözlerle yazmakta idi.
SARI EFE GELİYOR
Bu sıralarda sarı efe (Edip bey) yüzelli kişilik çetesiyle Biga’ ya geldi. Kendisi de dahil olduğu halde Aydın zeybeği kıyafetindeydiler. Zaten hepsi de İzmir, Balıkesir, Manisa, Nazilli, Aydın gibi efeler diyarından aslan gibi çocuklar. Sarı efenin buradaki ilk işi,Kara Hasanların arkadaşlarından gerek eşkıyalık zamanında, gerekse Anzavur’ un isyan harekatı esnasında birinci derecede memlekete fenalık yapanlardan beş altı kişiyi kaza hapishanesinden alarak, kasabanın batısındaki bağlıklarda gündüz vakti, herkesin gözü önünde öldürmek ve cesetlerini bağlara atmak olmuştu. Bu da ilerisi için ibreti alem olacaktı.
Asayiş tamamen sağlanmış, ahali gündelik işleriyle meşgul oluyor, askerlik çağındakiler silah altına alınarak Akhisar cephesine gönderiliyor, yapılan bu icraatlar neticesinde, yunan ordusu İzmir ve Akhisar cephelerini sıkıştırmaya başlamıştı.
Yine bu sıralarda Anzavur, Adapazarı ve Düzce bölgesindeki çerkesleri ve abazları tekrar tahrik ve teşvik etmekle meşguldü ve oradaki Milli kuvvetlerle savaş halindeydi.
Biga’ da güvenlik sağlandıktan sonra Ethem kuvvetleri oradan ayrılarak Yozgat isyanını bastırmak için yola çıkmıştı.
Şimdi, Ferit paşaya suikast için İstanbul’ a giden Dıramalı Ali Rıza Beyin oradaki durumunu ele alalım.
Ali Rıza Bey, Mudanya yolu ile İstanbul’ a geçiyor, bir müddet İstanbul’ da kalıyor, Ferit paşayı adım adım takip ediyor. Tam planını uygulayacağı günlerde, Yenice ilçesi muhtarı olup bir iş bahanesiyle İstanbul’ a gelmiş olan Ali bey adındaki şahıs, Ali Rıza Bey’ i görünce tanıyor ve doğruca Anzavur’ un celladı Şah İsmail ve arkadaşlarına haber veriyor.
Zavallı delikanlıyı 13 Haziran 1336 günü yakalattırıyor ve herkesin de bildiği üzere, Ali Rıza Bey Galata köprüsünde İstanbul hükümeti tarafından idam ediliyor.
Bu olay, Ali Kemal’ in Peyam-ı sabah gazetesi 14 Haziran 1336 tarihli sayfasında, Ali Rıza’ nın yakalandığı, önemli bir çok belge elde edildiği, polis müdürü tarafından yapılan sorguda Kuvayı Milliye’ ye ait daha pek çok bilginin elde edildiği şeklinde yazıyordu.
Bu aslan yürekli gencin kahpece tuzağa düşürülerek öldürülmesi, Biga’ da kendisini tanıyanlar üzerinde derin bir üzüntü yaratmıştır. ( daha sonra bu hainin yakalanarak Biga’ da idam edildiğini göreceğiz.)
29 Haziran 1336 günü Biga Mutasarrıfı Avni bey Balıkesir’ den şifreli bir mesaj almıştı. Yunanlıların Lapseki’ ye asker çıkarmakta olduklarından bu cephenin müdafaa edilmesi emrediliyordu.
Bu görevi mutasarrıf Avni bey, bizim jandarma tabur komutanı binbaşı Ali Rıza Bey’ e verdi ve bu cephenin müdafaasını emretti. Zavallı Ali Rıza Bey, yanına onbeş kadar genç, ihtiyar süvari alarak gitmişti. Lapseki’ de hangi cephe vardı ve bu hangi kuvvetlerle müdafaa edilecekti. Ali Rıza bey derin karanlıklara doğru, hayal kırıklı içinde dalıp gitmişti. Serde askerlik vardı, bu zavallı adamcağızın gittiği gece kan dondurucu bir emir daha gelmişti.
Mutasarrıfın aldığı şifreli ikinci emirde;
“Akhisar cephesinin bozulduğu, Balıkesir’ deki kıtaların Bursa’ ya çekilmekte olduğu, Yunanlıların Bursa yolunu kesmeden Biga’ daki Milli kuvvetlerin hemen harekete geçmeleri bildiriliyordu.”
Bu haber çok gizli tutuluyor ve sabah harekete geçmek üzere sessiz sedasız büyük bir hazırlık yapılıyordu.
Çünkü, Biga Çerkes Ethem’ in bıraktığı otorite ile yönetiliyor, Eğer Yunanlıların gelmekte olduğunu ve bizim şehri terk etmeye hazırlandığımızı, isyan taraftarı halk öğrenirse, yolda, hatta şehir içinde Milliyecileri ve yöneticileri parça parça edeceklerinden kimsenin şüphesi yoktu.
Sabah erkenden mutasarrıf, burada kalacak memurları çağırdı, mal müdürünü kaymakam tayin etti. Ziraat bankasındaki, maliyedeki paraları bir heyet önünde teslim aldı.
Biga’ da kalacak memurların Haziran maaşlarını da bizim kafileye kumanda edecek o zaman üsteğmen sonradan albay olan Rıza Tümer’ e verdi. Biga’ dan vedalaşarak ayrıldık, mevcudumuz, otuz kadar jandarma, on kadar polis ve birkaç sivil memurdan ibaretti.
Hapishanede çeşitli suçlardan hükümlü yüzelli kadar mahkum ve tutuklu vardı, burası aynı zamanda vilayet hapishanesiydi.
IV.BÖLÜM
HAZİN BİR ÇEKİLİŞ
Şu anda bizde meçhul ve tehlikeli, sonucu belli olmayan, karanlık ve uçurumlu bir yola çıkmıştık, 30 Haziran 1336.
Balıkesir bölgesindeki kıtalar ve Milli kuvvetler bir gün önce çekilmişti. Onlar düşmana rastlasalar dahi, kendilerini savunacak güç ve kuvvette değildiler, ya biz?
Çoğunluğu yaya olan jandarma ve polisten ibaret, tamamı elli kişiyi geçmeyen bir müfrezecik. Mutasarrıf Avni bey Çanakkale’ den kaçırılan damızlık atlardan ikisini faytona alıştırmıştı, ona binmiş, emrindeki 25 kadar atlı ile uçuyordu. Bu kafilede o zaman daha 19-20 yaşlarında bir öğretmen olan ve halen Ankara’ da, Türk Tarih Kurumu genel müdürü bulunan Mustafa Uluğ İğdemir’ de bulunuyordu.
Avni Bey’ in geceden verdiği emirde akşamı Tahirova’ nın diğer tarafındaki, Çirkin çavuş köyünde geçirecektik. Ailemizi Biga’ da bırakmıştık.
Bir yandan onları düşünüyor, diğer taraftan memleket müdafaasının önemi daha ağır basıyordu.
Allaha sığınarak derin bir düşünce içerisinde durmadan yol alıyor ve zaman zaman çok sevdiğimiz komutanımız binbaşı Ali Rıza Bey’ in durumunu düşünüyorduk. Hiç şüphe yok ki bizim çekildiğimizi haber alır almaz hapishaneler boşalacak, fırsat kollayan pomak, çerkes ve yerel halktan kötü ruhlu insanlar , memlekette büyük bir ayaklanma başlatacaktı. Zaten mikrop yuvası olan hapishanedeki mahkum ve tutuklular, bu iş için yeterli idi. İstanbul’ dan özel bir vapurla Anzavur ve çetesi tekrar gelecekti. Ne yazık ki Ali Rıza Bey’ in uğrayacağı felaket kaçınılmazdı.
Bir taraftan bunları düşünüyor ve aramızda konuşuyor, diğer taraftan Yunanlılara rastlamadan Bursa’ ya geçebilmek için sabırsızlanıyorduk. Keşke güçlü olsak da bütün gece yürüyebilsek, buna da imkan yoktu.
Akşam üstü Çirkin çavuş köyüne vardık ve dinlenmeye geçtik. Yaya yürüyen arkadaşlar çok yorulmuşlardı.
Mutasarrıf Avni bey geceden emir verdi, “sabah güneş doğmadan hareket edeceğiz, ona göre hazır olun” demişti.
Köyde devriye tertibatı alarak uykuya daldık. Geceyi baskın korkusu ile yarı uyanık geçirdik. Sabah güneşin kızıllığı ufukta fışkırırken, uyanmış, mutasarrıf beyin hareket emrini bekliyorduk. Bir saat geçtiği halde hala bir haber yoktu. Emir almak üzere yattığı yere gittiğimizde, oradaki köylüler, mutasarrıf beyin daha gece yarısı ay ışığında, yanındaki atlılarla Bandırma istikametine gittiğini söylediklerinde çok üzüldük, büyük bir hayal kırıklığı ve teessür içinde kaldık.
Mutasarrıf bey, hareketi saatinde haber verseydi biz de onlarla yola çıkabilirdik. Bizi uyurken habersizce bırakıp gitmesi emrindekilere karşı, vefasızlıktan başka bir şey değildi.
Hayal kırıklığı içerisindeydik, arkamızda Biga tehlikesi,önümüzde Gönen çerkes eşkıyaları, diğer tarafta yunan ordusu ile karşılaşma ihtimali vardı.
Ayrıca, Kapıdağ’ daki rum (kırman) eşkıya çetesi de oldukça tehlikeli idi. Yanımızdaki jandarma ve polislerin maneviyatları bozuldu. Sivil olanlar bize izin verin deyip geri döndüler, jandarmaların hemen hepsinin Biga’ da aileleri vardı, çoğu da yerliydi. Onlarda da bir hoşnutsuzluk baş gösterdi, ama bir şekilde Bandırma’ ya doğru yola çıktık. Ancak bir saat kadar yol aldıktan sonra, rütbeli, rütbesiz bütün jandarmaların birer ikişer, bir bahaneyle geride kaldıklarını ve döndüklerini gördük.
Kalan müfrezenin başında o zaman üsteğmen olan 1937-1938 yıllarında Ankara Muhafız Taburu Kumandanı olan ve halen emekli bulunan Ali Rıza Tümer vardı.
Onlardan bir kişi kaldı, o da Boşnaklardan Osman Tezsevin adındaki arkadaştı. Çok kahraman, cesur ve mert bir insandı. Bu arkadaş Bursa’ ya kadar bizden hiç ayrılmadı, kadirşinaslığı ve vatanseverliği her zaman takdire şayandır.
Aynı gün Edincik nahiyesine vardığımızda Gönen jandarma komutanı Yzb. Yusuf Bey’ i de orada bulduk. O’ da bize katıldı, biraz daha ileride Gönen’ den hareket etmiş bir piyade taburuna rastladık. Pala bıyıklı aslan gibi bir binbaşı, iki yüzbaşı, birkaç teğmen, taburlarını yürüyüş kolunda Bandırma istikametine götürüyordu.
Binbaşı ile durum hakkında görüştük, O’ nun da bizden fazla bir şey bildiği yoktu. Kendisini Bandırma’ nın üstündeki düzlükte bekliyeceğimizi ve duruma göre hareket edeceğimizi söyledik.
O zaman Bandırma’ nın doğusunda ve Karacabey yolu üzerinde kışlalar vardı, bu kışlaları bomboş bulup mola verdik ve taburu bekledik.
Müthiş bir heyecan içindeydik, acaba Bandırma’ dan bir haber alabilirmiyiz? Ordaki telgrafhaneden Balıkesir ve Susurluk’ a sorulursa durum hakkında bilgi almış olacaktık. Dört arkadaş kalktık atımıza binerek Bandırma’ ya doğru yola çıktık, şehre girer girmez, daha ilk adımda köşe başlarını tutmuş sivil nöbetçilerle karşılaştık.
Bunlar rum ve Ermenilerden karma sivillerdi. İçeri girmemize izin vermiyorlardı, onlara;
“yukarı kışlalarda bir alay askerimiz var, alay komutanı bizi telgrafhaneye gönderdi, içeriye girip yine çıkacağız, şayet silah atarsak, bu silah sesleri ile alaydan bir kısım müfrezenin Bandırma’ ya inmesine sebep olacaksınız, geri tarafını siz düşünün”.
Rumca ve Ermenice konuşmaya başladılar ve nihayet;
“kusura bakmayın, Hristiyan halk korku içindedir, biz sizi telgrafhaneye kadar götürelim” diyerek önümüze düştüler.
Şehre girerken bazı çiçek saksılarının hükümet konağına doğru götürüldüğü gözümüzden kaçmamıştı. Bandırma’ nın Hristiyanları Yunanlıları karşılamak için hazırlık yapıyorlardı, onları çiçeklerle karşılayacaklardı.
Biz telgrafhaneye girdiğimizde, genç iki memur bulduk ve kendilerinden rica ettik, Susurluk, Karacabey istikametinde arama yaparak bize haber almalarını istedik. Onbeş dakika kadar aradıktan sonra, nihayet bir tıkırtı oldu, Susurluk bulundu, memur arkadaş Yunanlıların köyleri yakarak Susurluk’ a doğru gelmekte olduklarını ve kendisinin de birazdan telgrafhaneyi terk edeceğini ve orada daha Milli kuvvetler varsa süratle Karacabey üzerinden çekilmelerini tavsiye etmiş.
Aldığı bu haberi, Bandırma muhabere memuru bize bu şekilde anlattı.
Atlarımıza atlıyarak hızla çıktık oradan, kışlalara geldiğimizde geride kalan taburun da gelmiş ve istirahate geçmiş olduğunu gördük.
Durumu arkadaşlara ve tabur komutanına anlatırken, Susurluk yolundan dörtnala tek ve çift atlı arabaların gelmekte olduğunu da görmüştük, çok düşünceli ve heyecanlıydık, yarım saat sonra arabalar geldi, onlarla birlikte Biga’ lı tanıdık bir sivile, Somalı Mehmet adındaki arkadaşa;
“ne var, ne yok? bize doğru bir haber verin” dedik.
“Yunanlılar, Susurluk’ u yakıyorlar, süvari kuvvetleri Karacabey’ e doğru ilerlemekteler, siz onların kucağına düşeceksiniz. Ona göre hareket edin ve daha fazla vakit kaybetmeden yola çıkın”, dediler ve yollarına devam ettiler.
Birbirini tutmayan iki haber! Düşündük, telgrafhane haberi daha sağlamdı, arabacılarda mübalağa vardı, bu saatte Yunanlıların Susurluk’ ta olması daha akla yakındı.
Tabur komutanı ikaz etti;
Ya süvari kuvvetleri de Karacabey’ e doğru daha önce harekete geçtiyse? Bu da düşünmeye değer bir noktaydı.
Şu karar alındı;
Tabur komutanının dediği gibi süvari kuvvetleri harekat halinde ise, belki bir saat sonra bizimle temas etmeleri muhtemeldir. Süvari olanlar ileriye doğru keşif yaparak uzak emniyeti temin edecek, komutanda taburu ile bizi takip edecek, rastladığımız yerde bir yarma yapıp geçebilirsek geçeceğiz, geçemezsek Mudanya’ ya doğru karşıdaki dağlık araziyi takiben, Türk köylerinden yavaş yavaş Bursa’ yı tutarız.
Bu kararla Karacabey istikametine yola çıktık.
Güya biz taburun öncüsüydük, onu koruyacaktık, tabur bizi takip edecekti. Fakat biz ilerledikçe arkamıza bakıyoruz, ama taburu göremiyorduk. Mutasarrıf beyin bizi ektiği gibi bizde taburu ekmiştik. Çünkü onlar piyadeydi, bu uzun ve tehlikeli yolu ancak cebri yürüyüşle iki günde tutabilecekti. Halbuki durum buna uygun değildi. Zaten bir taburla bu şımarık düşmana karşı bir netice alamayacağımız da ortaydı.
Allah taburun yardımcısı olsun, bize de bol şans versin diyerek yola devam ettik. Gece karanlıktı, Karacabey’ i bilen arkadaşlar önümüzde kasabaya girerken bir köprü olduğunu söylediler, kasabada hiç ışık, ses, seda yoktu, neden sonra ileride fersiz bir ışık göründü, belli ki kasaba matem içerisindeydi.
Köprünün keşif işi bana düştü, yanımda iki arkadaşla atımı geride bırakarak ilerledim. Köprüyü buldum, önce biraz etrafı dinledim, yavaşça biraz daha ilerledim, sonunda köprünün diğer tarafına geçmiştim, kimse yoktu etrafta, geride bekleyenlere haber gönderdim, diğerleri de geldiler ve ağır ağır ilerleyerek Karacabey’ e vardık.
Görünen fersiz ışık bir han ışığıymış, kapıya bir fener asmışlar, bu fenerin karanlık bir türbede ölünün başında göz yaşı dökerek yanan ve titreyip matem tutan mumdan farkı yoktu.
Bütün kasaba karanlıklara gömülmüş, derin bir uykuda gibi sessiz duruyordu, fakat zalim bir düşmanın gelmekte olduğunu bilen bu zavallıları uyku mu tutar!
Uyku mutlak rahat kalplere ve sağlıklı insanlara mahsustur, sıkıntı içindeki hiç kimse rahat uyuyamaz, acaba bunların içinde bulundukları durum böylemi?
Hepsi de topluca ruh sağlığını yitirmiş, belki yarın, belki de bu gece gelecek düşman, canlarına kıyacak, namuslarına el sürecek, türlü işkencelere maruz kalacaklar, zaten mal, mülk akla bile gelmez, kadın ve çocukların korkuları erkekleri daha zor duruma sokacak.
Kasabanın bu acıklı manzarası bunu ifade ediyor, bizi de derin bir üzüntüye sevk ediyordu.
Bu yaşlı fenerin altından geçip hana girdik, yetmişlik hancı tek başına oturuyordu. Selam verdik, atları bağladık, doğruca ihtiyarın yanına vardık. İlk işimiz düşmana dair haber sormak oldu.
İhtiyar bize şunları söyledi;
“Susurluk tarafından asker ve halk akın akın Bursa’ ya taşındılar. Hala yollar dolu, tabii kaçanlar asker, çete, parası olan memur ve zenginlerdi. Yerli yurtlu olup da parası olmayan fakir halk nereye gidebilir, evini, barkını, yiyecek ve içeceklerini terk edipte yollarda sürünmektense hepimiz kaderimize razı olup korku ve merak içinde bekliyoruz. Nereye kaçsak oraya da gelecek öyle değilmi? İki kuvvet arasında ezilmekte var…”
İhtiyar devam ederek;
“düşman Susurluk köylerini yakıyormuş, Susurluk’ ta yanıyor diyorlar. Kazım bey kuvvetleri gerilerde süvari kuvvetleri bırakmış. Bu sebepten buralara kadar daha gelemediler. Biz yerli rum ve Ermenilerle sözleştik, biz onları Millicilere kestirmeyeceğiz, onlarda bizi Yunanlılara. Şimdi şu anda birlikte devriye geziyorlar, bunlar gavurdur sözlerine güvenilmez amma, ne yapalım kaderimiz neyse onu görürüz…”
İhtiyar son olarak;
“şimdi oğlum siz biraz atlarınızı dinlendirin, sonra şu Ulubat köprüsünden karşıya atlayın,bizi de duadan unutmayın, tanrı yardımcınız olsun” dedi.
Teessür ve heyecandan ak sakalı titreyerek gözlerinden nohut tanesi gibi yaşlar dökmeye başladı.
“bu günleri de görmektense ölmek daha hayırlıdır amma elde değil” diye, hıçkırıkları arasında mırıldandı.
Bu ihtiyarın hali ile, Karacabey’ in bitkin manzarası bizi de ağlatmıştı.