Tarih Kitaplığı

Milli Mücadeleye Karşı Anadolu İsyanları “(Ahmed) Anzavur İsyanı” _ II.BÖLÜM

LAPSEKİ’ DE ASAYİŞ DURUMU, ARNAVUT İZZET VE LAZ MEHMET ÇETELERİ

Seferberliğin ikinci yılı idi, asker kaçakları çoğalmaya başladı. Lapseki’ nin Mecidiye köyünden Arnavut İzzet çetesi ve Dibektaşı köyünden Laz Mehmet çetesi diye belli başlı iki çete türedi. Bunlar ara sıra işbirliği yaparak yol kesmeye ve köy basmaya başladılar. Her ikisi de çok gaddardı, onlar için insan öldürmek ve yaralamak sıradan şeylerdi.

Benim vazifem ve memuriyetim Lapseki’ ye nakledildi, jandarma tabur komutanımız binbaşı Rıza Vamık bey’ di (*1.TBMM Sinop Mebusu).

Vilayet merkezi Lapseki’ de, mutasarrıf İbrahim bey muktedir, ateş gibi bir zat. Bütün arzusuna rağmen bu eşkıyalara tesirli bir takip harekatı yapamıyor. Bunu anlayan eşkıya işi öyle azıtıyor ki, köylerde evlenen gelinlerin, evvela Arnavut İzzet’le zifafa girdiğine dair söylentiler yayılıyordu.

Bir taraftan da köy zenginlerini mektupla haber göndermek suretiyle haraca kesiyorlardı. Her iki çete kırk kişi kadar vardı, eşkıyanın bu derece meydanı serbest bulmasının esas sebebi;

Harbin başlangıcında İngilizlerin Seddülbahir ve civar sahillerimize asker çıkardıkları zaman buralarda, sahil muhafızı olarak İstanbul, Üsküdar, Çanakkale gibi yerlerde teşkil edilerek cepheye gönderilen seyyar jandarma tabur ve alayları vardı. Bu kıt’aların hepsi jandarma erat mekteplerinde tahsil görmüş, genç ve yetişkin çocuklardı. Düşman karaya çıkar çıkmaz karşılarında bu arslanları buldu. Düşman kuvvetine nazaran pek az kuvvette olan ve ellerindeki mavzerlerinden başka hiçbir silahı olmayan bu jandarmalar, düşmanın kara, deniz ve hava silahları karşısında ordu birlikleri gelinceye kadar dayandı, hiç biri geriye dönmedi orada eridi. İçlerinden şanslı olanlar yarı canlı dönebildi, bunun üzerine hükümet asayişi korumak için kırkbeş yaşlarında olan ihtiyar yedekleri silah altına alarak jandarma birliklerini yeniden kurmak zorunda kaldı.

Esas jandarmanın bu suretle elden çıkmasının acısını memleket, mütareke devrine, hatta milli mücadele günlerine kadar çekti. Asayiş günden güne bozuldu, bir türlü düzelmesine de imkan bulunamadı. Asayişsizlik vatanın bünyesini kemiren bir dert oldu.

Bir karış sakallı, yaşını başını almış, torun sahibi, askerlikten anlamaz, yürüyemez, koşamaz, silah atmasını bilemez, hulasa jandarma evsafına haiz olmayan bu adamlar kadroyu doldurunca, eşkıya sürüsü çoğaldı, çünkü jandarma korkusu kalmamıştı artık.

İkinci bir tedbir olarak hükümet, orduya başvurdu. Ordudan yardım istendi, bu defa da cephede hiçbir işe yaramayan arap askerlerinden jandarmaya yardımcı kuvvet olmak üzere bir kısım kıt’ alar gönderildi. Mevsim kış, bunlarla hiç iş görülmüyor ve sıkışınca Türkçe bilmiyorum diyorlardı.

Durumun vehameti ortada iken, mutasarrıf İbrahim bey’ in emri ve ısrarı üzerine Arnavut ve Laz çetelerinin imhası için bir baskın yapılması kararlaştırılarak  araplardan ve ihtiyarlardan, az miktarda da esas jandarmadan bir müfreze tertip edilmiş, bu müfrezenin başına da beni koymuşlardı. Aynı zamanda bu baskını idareye bizzat tabur komutanı nezaret edecekti.

1333 yılının bir kış gecesi, tabur komutanı binbaşı Rıza Vamık bey beni makamına çağırarak şunları söyledi:

-Arnavuz İzzet ve Lazlar bu gece Dibektaşı köyünde bulunuyorlar, Az önce oradan haber geldi.

Bu gece bir yürüyüşle sabaha karşı Dibektaşı sarılacak, güneş doğuncaya kadar beni bekleyeceksiniz, Şayet güneş doğuncaya kadar gelemezsem, evlerde arama yaparak eşkıyayı imhaya çalışacaksınız, sizin emrinize elli kadar da arap askeri veriyorum.

Gençtim, eşkıya takip etmek, müsademe yapmak çok hoşuma gidiyor, bu gibi işlere her zaman gönüllü olarak talip oluyordum.

Bölüğe geldim, on jandarma seçtim, onların silah ve mermi işlerini tanzim ettim, dışarıda yarım metre kar, hava buz gibi, eldiveni olmayanlara eldiven buldum, ekmeklerini ve kumanyalarını torbalarına koydurduktan sonra araplara gittim.

Onların arasından elli yerine ancak otuz kadar adam bulabildim. Bu miskin insanların bize bir yükten başka bir şey olmadıklarına o anda kani olmuştum.

Fakat ne çare ki emir yukarıdan geliyordu, itiraz edemezdim. Gece yarısı yola çıktık, yollar karla kaplı olduğundan yürüyüş ağır ilerliyordu. Bir de üzerine arapları adeta arkalarından dürtmek suretiyle yürütebiliyordum.

Sabaha karşı Dibektaşı’ na beş kilometre kadar mesafede bir değirmene rastladık. Bu mevsimde su olmadığı halde karşıdan değirmenin bacasından kıvılcımlı dumanlar çıktığını gördük.

Jandarmalar arasında Lapseki’ nin köylerinden Mustafa adında yiğit bir jandarma vardı, beni ikaz etti:

-“Bu mevsimde bu değirmen işlemez, aradığımız eşkıya burada olsa gerek, ona göre hareket edelim, değirmeni iyice ablukaya alalım” dedi.

Değirmeni sardık, Mustafa ile beraber değirmen kapısına yaklaştık fakat ayak seslerinden ve hele arap askerlerin önüne geçilmez uğultularından işi fark ettiler ve ocakta yanan ateşi söndürmeye başladılar.

İçeriden sesler duyuldu, ben derhal yüksek sesle bağırdım:

-“Bir bölük jandarma ile sarıldınız, sizi bomba ile içeride imha edeceğiz, teslim olun!..”

Hiç ses yok, ben ve jandarmalar “teslim olun“ ikazını defalarca tekrarladık, yine ses çıkmadı, epeyce bekledik. Bunlar aradığımız eşkıya olsaydı muhakkak silahla mukabele ederlerdi, ya onlar değilse?

Kapıdan içeriye korkutmak için silah atsak köy yakın, asıl eşkıya haber alacak ve kaçacaktı. Cesaretini her zaman takdir ettiğim Yenice köylü jandarma eri Mustafa:

-“Bu tereslerin göğsünde sapan demiri mi var?” Diyerek değirmen kapısına iki tekme atarak içeri daldı. Bu vaziyet karşısında bize de onun peşinden atılmak düştü.

İçeride ne görsek beğenirsiniz? Firar eden yedi arap askeri daha gündüzden bu değirmene sığınmışlar, korkularından ses çıkaramıyorlar.

Onları orada bağladık, başlarına da bir Türk jandarması ile iki silahlı arap askeri bıraktık, sabahleyin bunları Lapseki’ ye götürün diye emir verdik ve oradan ayrıldık.

Biz yolumuza devam ederek, gün ağarırken Dibektaşı köyünü sarmış, tabur komutanını beklemeye başlamıştık. Arazi dağlık ve ormanlık, erler donmaktan korunmak için kar üstünde mütemadiyen tepinmekte, bir taraftan da evlerin kapı ve pencereleri tarassut edilmekte idi.

Asıl şüpheli olan eşkıya Mehmed’ in evine yüz elli metre kadar sokulmuş bulunuyorduk.

Güneş doğmuş, tabur kumandanından haber yoktu. Artık bundan sonrası için vazife ve mes’uliyet bana aitti. İlk işim o köyde tanınmış ve aynı zamanda muhtarlık yapan Temel adındaki şahsı yanıma getirtmek oldu, ona dedim ki:

-“efelerin köyde olduklarını haber aldık, hiç saklamaya lüzum yok, sen muhtarsın, şu anda herhangi bir silah patlarsa veya jandarma ölürse, eşkıyayı köyde sakladığından dolayı seni de burada öldürürüz.”

Evvela inkar etti, yok dedi, böyle demekte haklıydı, nasıl doğru söylesin ki, her gün bu haydutlarla karşılaşıyordu. Onların vurdukları vurduk, kestikleri kestik idi. Hükümetin nüfuz ve kuvveti ikinci derecede kalıyordu.

Biz hükümet adamları, bu muhtarın eşkıyayı sakladığını tesbit etsek dahi ancak mahkemeye verebiliriz. Ya onlar öylemi yapar? En hafif cezaları bayıltıncaya kadar dayak atmak ve birkaç yüz lira da para cezası almak, ya da karısı veya kızı güzelse dağa kaldırmak.

Buna rağmen adamcağız korktu, efelerin dün geceden beri köyde ve Mehmed’ in evinde olduklarını söyledi. Etrafıma baktım ve gözlerimle tabur kumandanını aradım, gelmemişti. Hemen yanıma iki jandarma ve muhtar Temel’ i de alarak gösterdiği eve doğru koştuğum sırada kulağıma bir düdük sesi geldi. Dönüp baktım, binbaşı Vamık bey eliyle çekil diye işaret veriyordu.

Efeler o dakikaya kadar uykuda imiş, düdük sesiyle uyanmış olacak ki, ben geriye koşarken pencereden ateş etmeye başladılar. Bütün köyün tamamen sarılmış olduğunu anlamış olacaklar ki, bir kısmı kapı ve pencerelerden ateş ederken, diğerleri de dışarıya fırlamışlardı. Bunlardan ikisini hemen yakaladık, ellerinden tüfeklerini ve mermilerini aldık, bileklerine kelepçeyi taktık.

Artık her taraftan silah patlıyordu, arapların kendilerini emin bir yere saklamak için yerlerini terk etmeleri sonucu kordon yarılmış, kurtulan eşkıya bizim kuvvetlerin arkasına dolaşarak yandan ve geriden ateşe başlamıştı. çok geçmeden ateş çemberi içerisinde kaldık.

Başta tabur kumandanı olduğu halde jandarmaların köye doğru ve evlere iltica ettiklerini gördüm. Onların arkasından araplar ve kırkbeşlik jandarmalar da çekilmeye başladılar.

Dört jandarma ile dışarıda kalmıştım, eşkıyanın bir kısmı bize, diğerleri de tabur kumandanının girdiği eve ateş ediyor, aynı zamanda da:

-Teslim olmazsanız hepinizi kıracağız diye bağırıyorlardı.

Birkaçı da ;

-“Telli kurşun atarız” türküsünü söylüyorlardı. durum vehamet kasbediyordu, hemen koştum tabur kumandanının bulunduğu eve daldım.

Kumandan:

-“Ne yapacağız? rezil olduk” dedi, ona “şuradan çıkalım, vakit geçirmeden arkamızdaki tepeyi tutalım, yoksa hepimizin silahlarını alırlar, çok feci olur, ölmek daha iyidir” dedim. Yoğun kurşun ve silah sesleriyle, arapların kaçma hevesinde olmalarından buna cesaret edemiyordu.

Ben arapları sopa ile dışarı çıkarırken jandarmalarda bana yardım ettiler. Kumandan bir taraftan korkmakta haklı idi, Bu kadar yoğun müsadere altında köşe başına oturmuş ekmek yiyenler ve ekin sandıklarının içerisine saklananlar bile vardı. Çünkü onların vazife ile bir alakası yoktu.

Kumandana: “bizi takip edin” dedim. Dışarı fırladık, köyün doğusundaki tepeyi tuttuk, binbaşı da bize katıldı.

Vadi içerisindeki köyün şimdi bir tarafından biz, diğer tarafında eşkıya bulunuyorduk, yakaladığımız eşkıyalar da yanımızda idi.

Kumandan;

-“artık dönelim” diyordu. Arap askerlerini kendince hesaba katmıyor, beş altı jandarma ile kendini bu dağda yapayalnız hissediyor, eşkıyanın bu kudurganlığından ürküyordu.

Mutasarrıf İbrahim bey’ in Çardak nahiyesinde müdür olarak istihdam ettiği kendi akrabalarından bir zat vardı. O da kumandanla beraber gelmişti, O, jandarmalarım ve ben eşkıyanın arkasından giderek takip harekatının devam ettirilmesini istedik. Aksi takdirde eşkıya müfrezenin korktuğuna kanaat getirerek, kaza merkezine kadar sokulacaklarını, her ne pahasına olursa olsun takip etmenin yerinde olacağını söyledik.

Çok korkmuştu, bir türlü ikna edemedik, arapların maneviyatsızlığı onu bu hale getirmişti.

-“müfreze benim emrimdedir, ben bu araplarla haydutların hakkından gelemem, diğer kazalardan jandarma takviye ederek bir gün yine baskın yaparız” diye kat’i emir verdi.

Kumandan, maiyetinden kayıp verdirmek istemiyordu ve takipte de bir muvaffakiyet beklemiyordu. Aslında kumandanın kararı duruma göre çok doğruydu.

Biz Lapseki yolunu tuttuk, bunu gören efeler de ileriye bizim yolumuza doğru yürümeye başladılar. Karlı arazide onları ayan beyan görüyorduk, maksatları önümüze pusu kurarak elimizdeki arkadaşlarını kurtarmaktı.

Bunu kumandanla nahiye müdürüne söyledik, nahiye müdürü:

-“şayet böyle bir şey yaparlarsa elimizdekileri öldürelim” dedi. Ben de bunu tasarlıyordum, ki kumandan:

-“sakın ha! Hepimizi kırdırırsınız” diye çıkıştı.

-“Peki ama yakaladığımız eşkıyaları elimizden alırlarsa vilayet merkezine ne yüzle gideriz” diye mırıldandık.

Aklımıza gelen başımıza gelmişti, tam dağdan düze inince sol tarafımızda yüksekçe bir tepe vardı, eşkıya oraya yerleşmiş üstümüze yaylım ateşine başlamışlardı. Hemen biz de oradaki düzlüğe yatarak, kar üstünde mevzi alıp ateşe başladık. İki eşkıyayı da önümüze yatırmış, onları kendimize siper etmiştik.

Beş on dakika sonra bir de ne görelim, arap askerlerin hepsi de tabanları kaldırmış kaçıyorlardı. Tabur komutanı cephenin boşaldığını ve manzarayı görünce o da onların peşinden koşup gitti. Hayretler içerisindeydik, nahiye müdürü benim yanımda kalmıştı. Hakikaten oldukça cesur bir gençti,

-“bu çok ayıp” diye söylendi.

Şimdi eşkıya, hem bizim önümüze ateş ediyor, hem de “ulan kaçsanıza ne duruyorsunuz” diye, arkadaşlarına bağırıyorlardı.

Bir aralık tabur komutanı düdük çalarak toplan! İşareti verdi, bu sırada önümüzdeki iki eşkıya fırlayarak kaçmaya başladılar, Tabur komutanının bu hareketi karşısında her iş bozulmuş, rezil olmuştuk. Biz de yerimizden kalktık, tüfekleri omuzumuza astık, ağır ağır yollandık. Bütün emeklerimiz boşa gitmişti, eşkiya karşısında küçük düşmüştük. Bittabi bunun mesuliyeti de tabur komutanına aitti. Keşke gelmeseydi, sanki ne olacaktı, üç beş kişi bizden vurulacaksa, muhakkak onlardan da kırılacaktı, fakat onlardan korkmadığımızı anlamış olacaklardı. Onlara verilecek bu gözdağı bizim için çok kıymetli olacak, hükümet otoritesi de yerine getirilmiş sayılacaktı.

Aslında önce biz onları evde kıstırmıştık, ne kadar olsa da kendilerini o dar yerden kurtarıncaya kadar en az on eşkıyayı vurabilirdik, o zaman tersine olarak onlarda maneviyat denen bir şey kalmayacaktı.

Çok müteessir olarak Lapseki’ ye geri döndük. Mutasarrıf İbrahim bey meselenin iç yüzünü öğrendi.

Nahiye müdürü olanları ona anlatmıştı. Çok geçmedi, taburda ve Lapseki’ de ne kadar Arap ve Arnavut jandarmaları, çavuşları ve onbaşıları varsa başka vilayetlere gönderildi. Binbaşı da Sinop’ a nakledildi. Ancak bu eşkıya ya kuvvetli bir takip harekatı yapmak bir daha nasip olmadı. Bu olaydan sonra eşkıya daha fazla şımarmış, pervasızca her tarafa saldırmaya başlamıştı ki,

Lapseki’ nin Şahineli köyünden hacı Hüseyin adında zengince ve yaşlı bir adamcağızı bir gün tarlasından kardırırlar, mühim miktarda para isteyip üç gün beklerler, umdukları parayı alamayınca da adamcağızı öldürürler.

Vilayet merkezinin yanı başında olan bu cinayetler çok kötü tesir yapıyor, jandarmasızlık yüzünden hükümet nüfuzu hiçe sayılıyor, gün geçtikçe asayiş bozuluyor, cepheden tebdil hava için gelen erat bu hali görerek kıtasına geri dönmüyor, bunun dışındaki ufak tefek asker firarilerinden müteşekkil çeteler türemeye başlıyor, yer yer asayişsizliğe sebebiyet veriliyordu.

ŞAHİNELİ İHTİYARLARI İNTİKAM PEŞİNDE

 Şimdi gelelim Şahineli köyünden kaldırılan hacı Hüseyin’ in öldürülmesi olayına;

Burası, yerli Türk ahaliden müteşekkil bir köy olup, gençlerin tamamı cephede, elli yaşından yukarı erkekler toplanıyor;

-“Mademki hükümet kuvveti eşkıyayı tenkil etmek kudretinde değildir, bu gün hacı Hüseyin’ e tatbik edilen cinayet yarın da bize yapılacaktır. Bu eşkıyadan intikamı biz almalıyız” diye karar veriyorlar.

O günden itibaren hem işlerine bakıyor, hem de eşkıyanın hattını adım adım takibe koyuluyorlar. Birgün eşkıya bütün arkadaşları ile o köy civarında bir mandıraya gelerek bir koyun kesip pişiriyorlar, bunu Şahineli köylüleri haber alıyor.

Köyde Hasan pehlivan adında elli yaşlarında çok cesur bir adam var, eşkıyanın bu mandıranın yedi sekiz yüz metre kadar aşağısında çok güzel suyu olan çeşmeye, yağlı kebapları yedikten sonra muhakkak uğrayacaklarını tahmin ederek yanına altı yedi kişi alıyor, orada taşlardan birer siper yapıp pusuya yatıyorlar.

İkindi den sonra gün batarken eşkıya yağlı kebapların üstüne yine mandıradan iki kovan açarak bolca bal yiyorlar ve içleri yana yana meşhur soğuk suyun başına akın ediyorlar, silahlarını birer tarafa yatırarak, kimisi su içmeye, kimisi de yüzünü yıkamaya koyuluyor, işte tam bu sırada mevzide bulunan koca erkekler göğüslerini gere gere ve iyice nişan alarak silahlarını eşkıyanın üzerine boşaltmaya başlıyorlar.

Haydutlar neye uğradığının farkına varamıyor.

-Yandım, vuruldum diye bir çığlık kopuyor, kuvvetli bir jandarma müfrezesinin pususuna düştüklerini sanıyorlar ve sekiz ölü bırakıp kaçıyorlar.

Ölüler çeşme başında yata dursun, Hasan pehlivan gece gelip vak’a yı jandarma karakoluna haber veriyor. Diğer arkadaşları da yerlerini değiştirerek oralarda nöbet tutuyorlar.

O zamanın ceza kanununda eşkıya dahi olsa, bir sivilin eşkıya öldürmesi (nefsi müdafaa hariç) suç sayılırdı. Bunun için vilayet merkezinde bir takım jandarma kuvveti hemen çeşme başına giderek birkaç el silah atıp ölülerden beşini orada bırakıp, üç cesedi arabayla Lapseki’ ye getirirler.

Bu hadise halk üzerinde çok iyi bir tesir yaptığı gibi, eşkıyayı da hayli yıldırmıştı.

BİGA’ DA ASAYİŞ DURUMU

1333 yılında Biga’ ya nakledildim. Bu kazanın üç yüze yakın köyü, Yenice, Karabiga, Dimetoka, Çan(şimdi kazadır), Kumarlar adında beş nahiyesi vardı.

Kazada yerli halktan maada, Kafkasya’ dan vaktiyle gelmiş Çerkez, Çeçen, Kumuk. Romanya ve Balkanlardan gelmiş Kızanlık muhacirleri, Pomak, Çatak. Bosna’ dan gelen Boşnaklar. Tek tük Arnavut. Karadeniz halkından ticaret ve amelelikle gelmiş Laz uşakları yaşıyordu. Yani gayri mütecanis bir insan topluluğu vardı.

Hırsızlık alabildiğine almış yürümüştü, Çanakkale, Lapseki, Ezine ve Bayramiç’ den çalınan hayvanlar buradan transit olarak Gönen’ e geçiriliyordu.

Bu kazada irili ufaklı asker kaçakları barınıyor, onlardan kurulmuş çeteler faaliyette bulunuyordu. Bunlar arasında hatırı sayılır üç çete vardı.

Bunlardan Biga’ nın Kayapınar köyünden Kara Hasan’ ın kurduğu yirmi otuz kişilik çete en kuvvetlisi idi.

Buna rağmen Kara Hasan yol kesmez, adam öldürmezdi. Firarilerin kurdukları çetelerle de mücadele ettiğinden köylü Kara Hasan’ a hürmet ederdi. Kara Hasan’ da, çetesinin masraflarını karşılamak için zengin köylüye ve şehirlere haber gönder, yarı tehdit, yarı rica ile para ister, onlar da istediği parayı gönül rızası ile verirlerdi.

İkinci büyük çete, Yeniçiftlik köyünden Halil pehlivan’ ın kurduğu çete idi.

Bunlarda köylüye kötülük etmiyor, asker kaçağı olduklarından köylerinin yakınındaki Ece gölü kenarında ve göldeki adacıklarda barınıyorlardı. Çete, beş on kişiden ibaretti, Pehlivan’ ın küçük kardeşi Şaban da çeteye dahildi. Kara Hasan’ la Halil Pehlivan’ ın arası açık olduğundan, bu iki çete anlaşamıyordu. Esasen, birleşseler bile iki reis anlaşamayacaktı.

Hem çete birleşip de kadro genişleyince ihtiyaç da artacak, köylüyü haraca bağlamak zoru baş gösterecek, göze batacaktı. Her ikisi de bunu yapmaktan çekiniyordu, Çünkü köylü onların yardımcısı idi.

Peşlerine jandarma takıldığı vakit onlara hemen haber ulaştırıyorlar, saklıyorlardı. Köylüye fenalığı dokunmayan bu çeteleri jandarma da fazla sıkıştırmıyordu. Zaten jandarmanın onların hakkından gelecek kudreti olmadığı gibi, kadrosunun çoğu da kırkbeşlik ihtiyarlardandı.

1334 yılında cepheden silah ve bombaları alarak kaçıp Anadolu yakasına çıkmaya muvaffak olan üç kürt belirdi, bunlar Biga havalisinde biricik kuvvetli çetenin Kara Hasan çetesi olduğunu öğrenmişler, doğruca Kara Hasan’ a gelerek kendilerini de çeteye almalarını rica etmişler.

Bu kürtler Mehmet çavuş, Bekir çavuş ve Abdullah adında üç kişi idi. Çetede az zamanda kendilerini gösterdiler, çünkü onlar daha edepsiz ve daha gaddardılar.

Çan nahiyesinde Asmalı Pomaklarından müteşekkil bir grup da Çan-Biga yolunu tehdit ediyordu. Onların başında da Gavur imam denen bir pomak bulunuyordu. Savaştepe, Kahvetepe, vesair çerkez köylerinde de bir çete vardı, onların başında da Sarı İbrahim ve burunsuz Mecit vardı.

Ayrıca Cihadiye köyünden kunduracı İbrahim, Hacı köyünden Hacı bey, Emirorman köyünden Yusuf adındaki üç meşhur şahıs da at ve sığır hırsızlarındandı. Şuradan buradan çaldıkları hayvanların Gönen tarafına aşırılmasına, Gönen mıntıkasından çalınan hayvanların da, bu tarafa aşırılmasın da mühim rol oynamakta idiler.

Hatta bu üç hırsızdan Yusuf ve kunduracı İbrahim hırsızlığın men’i hakkındaki vilayet idareleri kanununa dayanarak vilayet makamınca dış illere sürgün edilmekte iken Lapseki hapishanesinden kaçmaya muvaffak olmuşlar, hükümetin şiddetli takibinden kurtulamayan bu adamlar Anzavur’ a iltica etmişler, Anzavur bunları Lapseki’ye kadar getirerek mutasarrıf İbrahim bey’ e teslim etmiş ve o suretle sürülmüşlerdi. Anzavur o tarihlerde henüz meşhur değildi. Sadece Çerkezlerin saygın bir şahsiyetiydi.

Umumi asayiş bakımından hükümette hissedilir derecede otoritesizlik ve kötümserlik göze çarpıyor, adliyeye teslim edilen suçluların hapse konulmadan salıverildikleri esefle gözleniyor, biçare masum halkta, hayal kırıklığı günden güne artıyor, rüşvet alabildiğine yaygınlaşıyordu.

Üçüncü çete Karabiga ile Kemer arasında harbi umumiden evvel rum köyü olan Değirmencik’ te oturan Arnavutlardan Rahman çetesiydi. Onbeş kadar arnavuttan teşekkül bu çete, gizli gizli tehdit mektupları yazarak etraftan para topluyor, her çeşit edepsizliğe baş vuruyordu.

1334 yılı, Mart ayı içerisinde Kara Hasan çetesi sabaha karşı şehrin batı tarafında, şimdiki Marmara sinemasının yanı başındaki bir evde oturmakta olan ve Biga’ da sakin bir hayat yaşayan yahudi tüccar Muiz’ in evinin kapısını baltayla kırmak suretiyle basarak içeri girer, yedi sekiz yaşındaki oğlan çocuğunu alarak köylere kaçırır. Arkalarından müfreze takibe başlar ancak Kara Hasan hangi köye saklandıysa bir türlü bulunamaz.

Kara Hasan’ ı köylüler seviyor, bilhassa köylüye yük olmayıp, böyle zengin bir yahudi tüccarın çocuğunu kaldırarak para alması köylü için büyük bir kazanç sayılıyor.

Müfrezeler günlerce dolaşır ancak bir ip ucu elde edemezler. Bu sırada mösyö Muiz’ e gizli gizli elçiler geliyor “çocuğun rahatı çok iyidir, hiç merak etmesin, yalnız onbin lira tedarik etsin, bir haftaya kadar parayı göndermezse çocuğun ölüsünü bir gün evinin önünde bulur, ondan sonra da sıra kendisine gelir” diyorlar.

Manifatura tüccarı ve Yahudilerin en zengini Muiz efendi de parayı Kara Hasan’ a yollar ve çocuğu kurtardıktan sonra İstanbul’ a taşınır.

Devam edecek…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir