Tarih Kitaplığı

Ahi Evren yada Hace Nasîrü’d Din Ebü’l Hakayık Mahmud bin Ahmed el-Hoyî veya Nasreddin Hoca

I.Bölüm

Bu konuyu ele almadan önce Moğolların Anadolu’yu işgal etmelerinin seyrini kısaca gözden geçirmek gerekmektedir ki. Böylece Anadolunun Türk yurdu olmasını sağlayanlardan biri olan bu önemli kişiliği tarihi bağlamıyla anlatmak mümkün olabilsin.

Moğollar 1242 yılında, Erzurum ve Erzincan üzerinden Anadolu’ya geldiklerinde. bir Moğol öncü birliği Anadolu içlerine girerek önlerine gelen şehirleri yağmalama hareketine girişir. Bu dönemde Babailer isyanından (Türkmen beylerinin Selçuklu yönetimine başkaldırısı) dolayı Anadolu’da bir huzursuzluk vardır ve bir iç savaş hali yaşanmaktadır.

Moğollar bu iç savaştan yararlanıp Anadolu’ya girme cesaretini göstererek Sivas önlerine gelince Anadolu Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Keyhüsrev 80 bin kişilik bir orduyla, öncü Moğol birliklerini durdurmak ve Anadolu’dan çıkartmak üzere harekete geçer. Anadolu Selçuklu Ordusu Kösedağ mevkiinde karşılaştığı 30 bin kişilik Moğol öncü birliklerine karşı beklemediği ağır bir yenilgi alır (1243). Ve bu savaşın akabinde Anadolu yolu Moğollara ardına kadar açılır.

Bu savaşta  I. Alaüd’din Keykubat’ın, oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev  ve Annesi Mahperi Hatununda içerisinde bulunduğu suikastle öldürüldüğüne inanan ve Selçuklu ordusunun belkemiğini teşkil eden Türkmen askerler devlete karşı kırgın olduklarından bir ok dahi atmadan muharebe alanını terk etmişler. Bu fırsatı değerlendiren Moğol ordularının komutanı Baycu Noyan Kösedağ’da kazandığı bu zaferi müteakiben Sivas ve Tokat şehirlerine girip yağmalamış, oradan Kayseri’ye gelip şehri muhasara altına almıştır.

Bu konuyla ilgili olarak O devrin tarihçisi İbni Bibi “el-Evamiru’l-Alaiyye” adlı eserinde Cevlaki dervişlerin de Moğol askerleriyle birlikte 15 gün aralıksız Kayseri şehir surlarında gedik açmaya ve şehre girmeye çalıştıklarını ancak surların geçit vermediğini zikreder.

Kayseri‘deki Ahiler ve Bacı örgütü mensubu olan genç kızlar canları pahasına şehri savunmaktadırlar. Ancak şehir subaşısı olan Hacok oğlu Hüsameddin (Ermeni dönmesi bir zat) şehrin pis suları için inşa edilmiş kanallardan sur dışına çıkarak Moğol komutanı Baycu Noyan’a bu gizli geçidi gösterir ve bu atık su kanallarından Moğol askerlerininin kolayca şehre girmesini sağlar . Böylece Moğollar Kayseri’ye girmeyi başarırlar. Moğollar şehri savaşla aldıklarından büyük bir katliam yaparak şehri ateşe verir ve çok sayıda Ahi ve Bacı üyesi Türkmen kılıçtan geçirilir. Devrin tarihçilerinden İbni Bibi ve Süryani tarihçi Ebu’l-Ferec 10 binlerce Ahi ve Bacının katledildiğini ve kalanlarında esir edilerek götürüldüklerine eserlerinde yer verirler, bu sırada Ahi Evren Hace Nasîrü’d Din’in (Nasreddin Hoca) eşi olan Fatma Bacının da Moğollara esir düştüğünü “Menakib-i Evhaduddin-i Kirmani’deki” kayıtlardan öğreniyoruz.

Moğollar Kayseri’ye girip bu katliamı gerçekleştirdikleri sırada Cevlaki (Kalenderi) dervişler maalesef Moğollarla birlikte hareket ediyorlardı. Cevlaki dervişlerin bu katliama seyirci kalmadıklarını, fiilen Moğollarla birlikte bu katliama iştirak ettiklerini görüyoruz. Nitekim Moğollar burada on binlerce insan katlederken o sırada Kayseri’de bulunan Mevlana’nın hocası Seyyid Burhaneddin’in eteğine paralar saçtıklarını Menakibu’l-Arifin yazarı Eflaki bildirmektedir (Eflaki Mevlana’nın oğlu Sultan Veled’in ve torunu Ulu Arif Çelebi’nin mürididir.)

O dönemde bir Kalenderi şeyhi olan Şems-i Tebrizi’nin de Kayseri de olduğunu biliyoruz. Bu olaydan iki ay kadar sonra Şems-i Tebrizi’nin Konya’ya gelip Mevlana ile görüşmeler yaptığını da yine Mevlevi kaynaklar belirtiyorlar.

Şems-i Tebrizi’nin Konya’ya gelişi 12 Eylül 1244’tür. Bu tarih Moğolların Kayseri’yi zaptedişlerinden     2-2,5 ay sonradır. Şems-i Tebrizi’nin bu tarihten önce Moğollarla irtibata geçtiğini gösteren belgeler de mevcuttur. Mesela Moğollar Erzurum’dayken Şems-i Tebrizi’nin de o yıllarda Erzurum’da olduğunu görüyoruz. Moğollar Kayseri’ye geldiğinde o yine oradadır. Şems-i Tebrizi’nin müritleri olan Kalenderi dervişlerin de Moğollarla birlikte hem Kösedağ’da hem de Kayseri’de savaşa katıldıklarını İbni Bibi naklediyor.

bu belgeler ışığında Şems-i Tebrizi ve diğer bir Cevlaki Şeyh Seyyid Burhaneddin-i Tirmizi’nin Moğollarla işbirliği yaptığı ortaya çıkıyor. Nitekim bu olaydan 1 yıl sonra Seyyid Burhaneddin ölünce onun türbesini de Moğollar inşa etmişlerdir.
Şems-i Tebrizi’nin Konya’ya gelip Mevlana ile görüşmelerinden sonra Mevlana ile Moğollar arasında bir diyalogun başladığını görüyoruz. Bunun pek çok belgesi bulunmaktadır. Kayseri’de onbinlerce Ahi ve Türkmen’i öldüren Baycu Noyan, ikinci defa Anadolu’yu istila ettiğinde Konya’ya da gelmiş.

Bu gelişinde Mevlana ile görüşmeler yapmış ve Mevlana, Baycu Noyan ile görüştükten sonra, şehre gelerek Baycu Noyan’ın evliyaullah dan olduğunu Konyalılara telkin etmeye çalışmıştır.

Ahmet Eflaki Dede Menakibu’l-Arifin adlı eserinde bunu yazmaktadır.
Mevlana’nın buna benzer bir iddiayı Cengiz Han için de dile getirdiğini görüyoruz.

Dünya tarihinde Fir’avun ve Nemrud’dan sonra en gaddar ve kan dökücü devlet adamının Cengiz Han olduğu tüm tarihçilerin ortak görüşü olmasına rağmen. Mevlana Cengiz Han’ın bir mağaraya çekildiğini orada 10 günlük itikaftan sonra Allah’tan mesaj aldığını ve bu mesajı aldıktan sonra Harzemşahlar (Maveraunnehir ile Horosan arası) ülkesine yürüdüğünü ve başarılarının buradan kaynaklandığını iddia etmektedir.

Mevlana bu iddiasını Fihi Ma fih adlı eserinde (M.E.B. baskısı, s. 101-103) dile getirmektedir.

II.Bölüm

Bu durumda Nasrettin Hoca’nın yaşamının ve yaşadığı süre içerisinde Anadolu ve Anadolu insanı için yaptıkları ayrıntısıyla ortaya çıkmaktadır.

Nasreddin Hoca’nın 1171’de Azerbaycan’ın Hoy kentinde Türkmen bir ailenin çocuğu olarak doğduğunu, ilk eğitimini Azerbaycan’da yaptığını, gençliğini Horasan ve Maveraünnehir’de geçirdiğini burada Fahru’d-din-i Razi’ye öğrencilik yaptığını, Bu arada Debbağlığı da öğrendiği ve kendine meslek olarak seçtiğini, 1204 yılında Bağdat’a geldiğini , Şeyh Evhadü’d Din Kirmani ile tanışıp öğrencisi olduğunu, 1205 yılında Şeyh Evhadü’d Din Kirmani ve kızı Fatma ile birlikte Kayseri’ye geldiklerini,  Burada şeyh Kirmani’nin kızı Fatma Hatun ile evlendiğini ve Bağdat’ta üyesi olduğu Fütüvvet teşkilatlarına benzer bir yapıyı Kayseri’deki esnafla birlikte oluşturduğunu ve buna Türkçe olarak “Ahî Teşkilatı” denilmeye başlandığını pek çok tarihi kayıttan öğreniyoruz .

Debbağlık yapıyor olması ve onun yılan derisi ihtiyacını karşılamak üzere çalıştığı ve bu sayede yılanlara ait bilgisinin oldukça fazla olması nedeniyle kendisinin EVREN yani YILAN / EJDER mahlasıyla anılmaya başlaması yanında, Hekimlikte zehir , panzehir ilişkisi onun hekimlikle de ilgilendiğini göstermektedir.

Bu arada hekim ve araştırmacı yanı, İbn-i Sina ve onun düşüncelerinden etkilenmiş olması sonucunu doğuruyor. Daha sonra İbn-i Sina’nın kitaplarına karşı yazılmış bir reddiyeye karşı “Müsari’ül-Müsari” adıyla bir reddiye yazdığını, bir yapıtını da çevirdiğini, başka kitaplarında adı geçen, ancak henûz bulunamayan “İlmü’t Teşrih / Ameliyat Bilimi” adlı bir de kitap yazdığını biliyoruz.

Hace Nasiru’d Din’in karısı Fatma Hatun’un Anadolu Bacıları (Bacıyan-ı Rûm) örgütünün başı olduğunu, Moğolların 1243’de Kayseri’yi ele geçirmeleri esnasında on binlerce Türkmen Ahiyi ve Bacıyı kılıçtan geçirerek katlettiklerini bu esnada Kayseri’de bulunan Fatma bacıyı esir ederek beraberlerinde götürdüklerini, daha sonra Selçuklu umerasının aracılık etmesi sonucunda serbest kalarak Anadolu’ya döndüğünü , 1240-1245 yılları arasında Konya’da tutuklu bulunan Hace Nasiru’d Din’in serbest bırakılmasından bir müddet sonra Kırşehir’e yerleştiklerini ve kocasının 1261’de öldürülmesinden sonra 20 yılı aşkın Hace Bektaş’ın Suluca karahöyük’deki dergahının iç işleri sorumlusu olarak yaşadığını görüyoruz.

XIII.YY Anadolu’sunda , Ahî Evren ve Babaî ardılı Ahî teşkilatını Mevlânâ’ya karşı mücadele içinde görüyoruz. Ahîler 1247’de, Şeyh Nasîrü’d Din’in de bizzat planlayıcısı olduğu bir suikastle Mevlânâ’nın Şeyhi, Şems-i Tebrîzî’yi öldürürlerken, Bu komplonun içinde Mevlânâ’nın öz oğlu Alaüd Din Çelebi de bulunmaktadır

Şeyh Nasîrü’d Din ve Alaüd Din Çelebi bu olaydan sonra Selçuklu Başkenti Konya’dan Kırşehir’e göç etmek zorunda kalırlar. 14 yıl Kayseri ve Kırşehir’de , Anadolu Ahîlerini örgütleyerek Moğol istilasına karşı Anadolu’daki ilk Milli Mücadeleyi başlatırlar,  Ancak Şems-i Tebrîzî’nin intikamını almaya yemin eden Mevlânâ’nın da onayıyla Kırşehir Emirliğine getirilen Moğol asıllı Selçuklu Emîri Nurettin Caca tarafından 1261 yılında kanlı bir baskınla öldürülürler.

III.Bölüm

Mevlânâ’nın öfkesi öyle bir öfkedir ki, Konya’ya getirilen oğlu Alaüd Din Çelebi’nin cenaze namazını kıldırmayı reddeder.

Mevlânâ, Mesnevî’sinde bir düşmanını “yılan”, “ejder”, “Ahî”, “cuha”, “muhannes/alçak, korkak, namert, eşcinsel” diyerek kötülemekte, onun yaşamına ilişkin kimi “hikâye”ler anlatmaktadır. Adını anmaz, yalnızca “Cuha” der.

Mesnevi, II.Cilt, 308-310. sayfalardaki öykünün adı, “Babasının cenazesi önünde ağlayan çocuk ve Cuha’nın hikâyesi”

Öykü özetle şöyle:
“Hey baba… Seni nereye götürüyorlar?.. Daracık bir eve gidiyorsun. İçinde ne kilim ne hasır var!.. Gece, lamba yok!.. Gündüz aş yok, ekmek yok!.. Ne dam var, ne eşik, ne komşu!..” Cuha, “ VallAhî  onu bizim eve götürüyorlar” der. “Baksana bizim evi tarif ediyor!..”

Mesnevi V.Cilt, 879-880. sayfalarda da Cuha’nın kadın kılığında kadınlar meclisine girmesi ve edep dışı davranışlarda bulunması anlatılmaktadır.

Mesnevi IV.Cilt, 1115-1121. sayfalarda ise Cuha’nın karısının Kadı ile arasında geçen gizli aşk serüveni komik bir dille anlatılmaktadır.

Mesnevi V.Cilt, 883-884. sayfalarda ise bu kez “adamın biri” diye anlatılır, evine yarım okka et getirmiş. Ancak akşam yemeğinde eti göremeyince karısına sormuş. Karısı “kedi yedi” deyince de tutmuş kediyi tartmış. Kedi yarım okka gelince, “Bu, kediyse et nerde; etse kedi nerde?..” diye sormuş…

Halkın ağzında günümüze değin gelen Nasrettin Hoca’ fıkralarının bir kısmının çıkış noktası işte bu mesnevi hikayeleri ve hedefinin de , Mevlânâ’nın düşmanı Şeyh Nasîrü’d Din Ebü’l Hakayık Mahmud b. Ahmed el-Hoyî, yani Ahî Evren , halk arasındaki adıyla Nasreddin Hoca olduğu açıkça görülmektedir.

Peki, ne oluyor da Mevlânâ Celalü’d Din Rûmî’nin aşağılamak için yaşantısını abartarak komik duruma düşürmeye çalıştığı Ahî Evren, önce Hace Nasiru’d Din, günümüzde de Nasrettin Hoca olarak dünya gülmece tarihindeki inanılmaz yerini alıyor?

Mevlânâ ile Ahî Evren, Şeyh Nasîrü’d Din’in arasında var olan temel ayrılık Irk ve düşünce farklılığıdır  Ahîler Türkmen ve üretici esnaftır, Aristokrat düşünceden uzaktır, bu nedenle de aşağılanan bir kesimdir. Mevlânâ bu yüzden alaylı bir dille Cuha diyerek Şeyh Nasîrü’d Din’in evinin fakirliğini alaya almaktadır.

Mesnevi’nin bir başka yerinde (IV. Cilt, s:567-570), Onun “pis”liği ile alay eder. Bilindiği gibi Ahî Evren, debbağ’dır. Günümüzdeki adı dericilik olan bu meslek, o dönemde son derece kötü kokan atelyelerde yapılır dı, Mevlânâ, bunu vurgulayarak aşağılamak için ; yanılıp attarlar çarşısına giden “debbağ”ın alışık olmadığı misk ve ıtır kokularından dolayı düşüp bayıldığını ve tanıyan biri çıkıp köpek pisliği koklatıncaya değin ayıltılamadığını anlatarak alaya alır.

Ahî Evren’in içinde bulunduğu tasavvuf düşüncesi, Allah’ı evrenin her parçasında, her maddesinde arayan bir dünya görüşü geliştirmiştir (Seyr-i Sülûk-i Âfâkî / Ruhun Nesnel yolu). Bu nedenle de maddeyi dışlamaz, dünyevîdir. Oysa Şems’in ve Mevlânâ’nın geliştirdikleri tasavvuf düşüncesine göre, Allah, yalnızca insanın “kendi beni”nde olabilir. İnsan ancak kendi içine dönerek ona ulaşabilir (Seyr-i Sülûk-i Enfusî / Ruhun Öznel yolu).

Baba İlyas ve ardılları Hacı Bektaş Veli, Taptuk Emre, Yunus Emre, Şeyh Nasîrü’d Din Mahmud (Nasreddin Hoca) birinci yolu seçmiş olan Sûfîlerdir. Bu ayırım, siyasal çizgilerine değin yansıyacak ve XIII.YY Anadolu’sunun temel dünya görüşünü oluşturarak bir Türkmen toplum inancı olarak da Anadolu Müslümanlığını ortaya çıkaracaktır.

Mevlânâ, son (VI.) cildinin başında, Mesnevi’yi, birileri ile mücadele etmek amacıyla yazdığını söylemektedir. Bu, Anadolu’da XIII.YY’da ortaya çıkan ve daha sonra “Anadolunun Türkleşmesini” hazırlayacak olan Türkmencilik akımıyla mücadeledir.

IV.Bölüm

Ahî Evren, Şeyh Nasîrü’d Din Ebü’l Hakayık Mahmud b. Ahmed el-Hoyî’nin, yalnızca Mevlânâ’nın Mesnevi’sinde değil, kendi yazdığı pek çok eserinde olduğu gibi, Letaif-i Hikmet ve Letaif-i Gıyasiyye’de de bugüne, Nasrettin Hoca fıkrası olarak günümüze kadar ulaşmış öyküleridir.

Mesela,  suya düşen birine “ver elini” diye bağıran insanları görünce, “o hiç kimseye hiçbir şeyini vermez” diyerek “al elimi” diye seslenmesi, Hace Nasiru’d Din’e ait Letaif-i Hikmet adlı eserinden bir kıssa dır.

Moğol Asıllı Mevlânâ’nın “uhrevî / göksel” bir yaşamı öğütleyen düşünce tarzının karşısına, Türkmen Anadolu insanı olarak bildiğimiz, ayakları yere basan yaşam biçimini ve fıkralarında karşısındaki Mevlânâ tarzı abartılmış kişiliklerle dalga geçişini koyarsak, Ahî Evren yada Hace Nasîrü’d Din Ebü’l Hakayık Mahmud b. Ahmed el-Hoyî ile Nasreddin Hoca’nın aynı kişi olduğunu görürüz.

Mevlânâ (Aristokrat) ataerkil erkek egemenliğine dayalı toplum yapısının savunucusudur. Bu yüzden, Türkmenler’in kadınlarını birey olarak saymalarını anlayamaz; Cuha’nın karısı ile ilişkisini alaya alır. Kadınlarla erkeklerin toplum içerisinde bir arada bulunabileceği, onun yaşam kültüründe bulunan bir şey değildir. Bu nedenle Hace Nasiru’d Din’in, Hace Bektaş ve Taptuk Emre’nin de içinde bulunduğu Türkmen geleneğinde, kadının da insandan sayılmasını kabullenemez.

Anlıyoruz ki Anadolu’nun XIII.YüzYılı, Türkmen Düşünce lideri Hace Nasiru’d Din’in kolaylıkla gülüp geçilemeyen Öğretisi, Baba İlyas’lar, Hace Bektaş’lar, Taptuk Emre’ler, Yunus Emre’ler, Ahî Edebalî’ler tarafından paylaşılmasıyla oluşmaktadır.

Ve XIII.YüzYılda Haçlı seferleri nedeniyle Anadolu’da bulunan Avrupa’lı şövalyelerin istisnasız cömertçe paylaşılı vermiş bu ganimetten paylarına ne düştüğünü, ülkelerine ne götürmüş olabileceklerini, bunların Avrupa’da hangi olaylara yol açmış olabileceğini tahmin etmek hiç de zor olmasa gerek.

Hace Nasiru’d Din’in kültür tarihindeki doğuşu, gülmecenin yeniden doğuşu (renaissance’ı) dur. Doğal ortamında “komedya”yı yaratmış olan insanlık, M.Ö 500’ lerde Atina’da Aristokrasinin oluşması sürecine girer, giderek komedyayı “aşağılık” saymaya başlar. Asil olan, aristokrat “kul” kültürüdür. Herkes, bir üstünün kuludur, toplumsal yapı bir kulluk hiyerarşisi biçimine dönüşür. Temel ölçüt kudretli olmaktır. Fizik gücü daha fazla olan efendidir (kuşkusuz bu durumda erkekler de kadınların “efendi”sidir.).
“Kul” olanın gülme hakkı yoktur. Gülmek yalnızca efendilerin hakkıdır. Ama güldürenler yalnızca kulluğun da en alt düzeyinden soytarılar, şaklabanlar, maskaralar ve dalkavuklardır.

Bu yüzden Mevlânâ yandaşı olduğu Aristokrat Selçuklu kültürünün verileri ile hareket etmiş, karşıtı olduğu Ahî Evren yada diğer adıyla Nasiru’d Din Mahmud’u şaklaban olarak göstermeye çalışmış, Gelişmekte olan yenilikçi Anadolu kültürünün farkına varamamıştır. Büyük bir yanlışa düşmüş, insanlık tarihinden silmek istediği Hace Nasiru’d Din, Mevlânâ’nın abartılı gülmeceleriyle ortaya çıkan halk kültürüne mâl olmuş ve günümüze kadar taşınmıştır.

Kültür tarihinde önce Hallac-ı Mansûr, sonra Ömer Hayyam, İbn-i Sina, Farabi, İbn-i Rüşt gibi düşünürlerle oluşmaya başladığını bildiğimiz halk kültürü, XIII.YY Anadolusunda Mevlânâ Celalü’d Din Rûmî’nin de bilmeden ve hiç istemeden katıldığı bir süreçle derlenip toparlanacak, düzenli bir yapıya kavuşacak, Haçlı şövalyeleriyle Batıya taşınacak ve Avrupa’nın Yeniden Doğuş’u (Renaissance) için temel noktası oluşturacaktı.

1265 de kurulan ve 1350 de Osmanlıya katılan, Ankara Devleti ve Osmanlı Devletlerini kurmuş olan bu XIII.YY  Anadolu Türkmen siyasi hareketi, ancak Murat Hüdavendigâr’la başlayıp Kanuni Sultan Süleyman’la sona eren ve Selçuklu_Bizans imzalı Efendi-Kul ilişkisine dayalı feodal anlayışla durdurulabilecekti.

*Kaynak_
Prof. Dr. Mikail Bayram Tarafından Ahî Evren yada Hace Nasîrü’d Din Ebü’l Hakayık Mahmud bin Ahmed el-Hoyî ‘nin Türkçeye çevrilerek yayınlanan kitapları ;

-Tabsira

-Tabsirat’ül-Mübtedi ve Tezkiret’ül Müntedi

-Ağaz’ül Encam (vasiyetname)

-Tasavvufî Düşüncenin Esasları

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir